AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Banka skandalları:
Masum değilsiniz hiçbiriniz (1)

Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün "Hortumcuları neden yazmıyorsunuz" sorusunu sorduğu iki yazıya Sabah genel yayın yönetmeninden cevap geldi. Babahan, hortumlama döneminde Özkök'ün, "hortum kelimesini hiç sevmiyorum" diyen yazılarını hatırlattı. Biz, bu tartışmadan, "Örneklerle banka hortumlamaları döneminde Hürriyet ve Sabah" vazifesi çıkardık ve "iki büyükler"in o dönemdeki performansını hatırlatmak istedik… İşin içine, içi para dolu "çuval"ların girdiği "Egebank örnek olayı"yla başlıyoruz…

Ertuğrul Özkök, "meslektaşlarımı kırar mıyım" kaygısıyla bir süredir ertelediğini söylediği, kendi deyişiyle "kritik" yazıları nihayet yayımladı. Fakat "meslektaşlar" kırılmaktan çok kızmış görünüyor. Mesela Milliyet'ten Melih Aşık, "Hortum yazıları neden azaldı" başlıklı yazısında (1 Haziran), "Banka satışlarının hızlandığı 2000 yılı sonlarından itibaren hortumlarla ilgili en sık yazanlardan biriydik" (haklı) dedikten sonra şöyle yazdı:

"Ancak bizler dediğimiz iki elin parmaklarını geçmeyen sayıda yazardık… Başta Hürriyet olmak üzere gazetelerin birinci sayfaları konuya yeterince ilgi göstermiyordu. Özkök'ün kişisel eğilimi de o yöndeydi. (…) 25 Nisan 2001'de şunları yazmıştı: 'İtiraf edeyim ki bu hortum kelimesini hiç sevmiyorum...' Özkök yazısında hortumlanan 14 milyar doların son 10 yılın savurganlık rakamı olarak gösterilen 195 milyar doların neredeyse onda biri olduğunu anımsatarak o kadar da büyük rakam olmadığını hatırlatıyordu."

Aynı gün Ergun Babahan, Özkök'ün eski yazılarından benzer alıntılar yaptıktan sonra, iki dönemdeki iki farklı yaklaşımın nedeni olarak çok sık dile getirdiği bir iddiayı bir kez daha hatırlattı:

"Hep belirttiğim neden. O dönem Aydın Doğan'ın Dinç Bilgin'le ortaklık anlaşması imzaladığı veya imzalamaya hazırlandığı dönemdir. Doğan'ın SABAH Grubu'na hakim olma yolunda önemli adımlar attığı dönemdir. Ortaklık gündeme gelince Hortum ve Hortumcu kelimesini lügatten çıkarmak ister. SABAH yeniden güçlü bir rakip haline gelince lügat hemen değişir."

Bu iddia ne kadar geçerli bilemeyiz, onu bir kenara bırakıyoruz. Bizim derdimiz şu: Ergun Babahan öyle bir üslupla kaleme almış ki yazısını; hafızasına başvurmayan okurun, Sabah'ın bankalar meselesinde bir zamanlar Hürriyet'ten farklı bir tutum almış olduğunu düşünmesi işten bile değil.

Üç gün sürecek dizi yazımızda bunun böyle olmadığını göstereceğiz…

Umur Talu da Ertuğrul Özkök'e hitaben kaleme almış yazısını (2 Haziran): "Haklısın da, ikna gücün sıfır…" Talu, bizim burada üç gün boyunca ayrıntılarıyla ele alacağımız örnek olayları satır başlarıyla hatırlatarak varıyor bu hükme. Talu yazısının bir yerinde de şöyle diyor: "Beyefendi, siz sussanız, belki başkaları daha rahat yazabilecek."

Doğrusunu isterseniz, bu teklifin biz iki genel yayın yönetmeni için de geçerli olduğunu düşünüyoruz… Şimdi unutulmaya yüz tutmuş bankacılık skandallarını bu iki büyük gazetemizin nasıl ele aldığını (yani nasıl ele almadığını) hatırladığınızda, sanırız siz de hak vereceksiniz bize…

ÇUVALLARLA 'İÇ BOŞALTMACA'

"

İmaj" sözcüğünü, "Bir şey hakkında düşünüldüğünde akla ilk gelen sembolik resim" diye tanımlarsak, Egebank'a el konulma kararından bir gün önce, geceyarısı bankaya girip çıkarken kameralara yakalanan bazı kişilerin görüntülerinin, banka hortumlamalarının en "imajinatif" görüntülerinden biri olduğunu öne sürebiliriz… (Egebank'a 23 Aralık 1999'da el kondu. Sözünü ettiğimiz görüntüler, "Murat Demirel'le reklamcılık dışında işimiz yoktur" diyen Nail Keçili'ye aitti ve 22 Aralık 1999 gecesi kaydedilmişti.)

Görüntüler, 11 Ekim 2000'de bütün basına sızdırıldı, dolayısıyla, 11 Ekim 2000'de gazete binalarında gün boyunca yalnızca bu görüntüler konuşuldu ve şu soru soruldu: İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın, "Egebank'ın içinin boşaltıldığını gösteren kasetlerde, çok geniş ilişkileri bulunan, çok önemli bir başka kişi var" sözleriyle tanımladığı kişi kim? Gazeteciler, kendi aralarında isim telaffuz ederek konuşuyordu (Nail Keçili); ama ertesi gün gazeteler bu ismi gizledi. Sıradan insanlar ve sevmedikleriyle ilgili her türlü iddiayı, "iddia" sözcüğünü dahi kullanmaksızın hakikat hükmünde sayfalarına aktarmakla ünlü büyük basın, bu kez olan biteni iddia olarak bile aktarmadı. Keçili'nin güvenlik kameralarındaki görüntülerini sadece –kendisiyle kavgalı olan ve bu nedenle fırsatı ganimet bilen– Star'dan izleyebildik.

Türk basınının iki büyüğü, iddiayı "özel hayatın gizliliğini koruma" gerekçesiyle olsa gerek hiç görmedi… Ama bu, iki gazete açısından sığınılacak bir liman değildi kuşkusuz. Çünkü onlar yeri geldiğinde hiç kimsenin, hiçbirimizin tanımadığı insanların özel hayatlarını sonuna kadar deşifre etmekten hiç çekinmemişlerdi o zamana kadar.

Bu olayın deşilmesi ise hepimizin hayatıyla ilgiliydi. Yani, klişe tabiri kullanırsak "kamu yararı" bu iddiaların üstüne gidilmesini gerektiriyordu.

Elbette iddialar haberleştirilirken her şeyden önce haberin "iddia" niteliğini vurgulamak gerekir… Elbette iddialar çerçevesinde suçlanan kişilerin kişilik hakları ihlal edilmemelidir… Elbette konu yargıya intikal etmişse, yargı kararı kesinleşinceye kadar o kişinin ya da kişilerin "sanık" olduğu unutulmamalıdır…. Elbette sonunda, o kişi ya da kişilerin suçsuz olduğu ortaya çıkarsa, bu sonuç da geniş bir biçimde duyurulmalıdır…

Hürriyet ve Sabah bu "incelikler"in hiçbirine ihtiyaç duymadı. Çünkü haberi hiç görmemeyi tercih ettiler. Belirtmeden geçmemeliyiz: O gün Sabah'ın manşetini, "hükümet mucizeler yaratıyor" kontenjanından çıkıp gelen bir haber süslüyordu: "Cesur kararlar…"

ELELE FOTOĞRAFI DA GÖRMEDİLER

Bir gün sonra, 13 Ekim'de Milliyet'te yaşanan "gazeteci isyanı" Hürriyet ve Milliyet'i daha da zor bir duruma soktu. Milliyet (Yeni Şafak'la birlikte), medyayla sıkı ilişkileriyle tanınan reklamcı Nail Keçili'nin Murat Demirel'le yakın ilişkilerini ortaya koyan belgeleri birinci sayfadan büyük haberlerle duyurdu. Keçili'yle ilgili haberi, Murat Demirel'le eğlenirken elele çekilmiş bir fotoğraf süslüyordu. İki büyük gazete, kendilerine de sızdırılan bu fotoğrafa da yer vermedi. Milliyet'in yer verdiği belgeler arasında, Keçili'nin Demirel'e gönderdiği "Ha benim malım ha senin malın…" mektubu da vardı…

Milliyet'in bu sayısı, genel yayın yönetmeni Umur Talu'nun da sonu oldu bir bakıma… Milliyet'in başına Mehmet Yılmaz getirildi, Talu'nun görevine son verildi.

İçinde Nail Keçili ve Murat Demirel geçen haberlere gösterilen bu hassasiyet, Umur Talu'nun dünkü Star'da kaleme aldığı şu satırlaryla açıklanabilir mi acaba:

"Arşivleri yeniden karıştıralım… Bir reklamcının ofisinde, hortuma koşan banka patronunun etrafında, reklam bütçesinden alacakları pay için zorla ve gönüllü olarak sıralananların 'aile fotoğrafı'nı çıkaralım mesela."

Bizce sadece bununla açıklanamaz. İşin ciddi bir politik boyutu da var. O da yarına…(A.G.)

Yarın: Cumhurbaşkanı Demirel'in Azerbaycan'a gönderdiği mektup ve iki büyükler…


'Söz Sizde'de söz kimde?

Cumartesi akşamı CNN Türk'te arkadaşımız Tayfun Ertan'ın "Söz Sizde" adlı programı geçiyor.

"Söz Sizde", bazı haftalar özellikle izlenen farklı bir program. (Bir de masanın ortasındaki kameraların ayarı yapılıp, objektife yaklaşan eller ve yüzlerin ekrana birkaç misliyle yansımasının önüne geçilse!)

Ertan'ın o akşam dört konuğu var: İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Nur Serter, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, Milliyet'te yamılnanan "Türban dosyası" araştırmasını yapan Tarhan Erdem ve Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ali Çarkoğlu.

Tartışma konusu Milliyet'in yayımladığı "Türban dosyası" araştırması.

Şimdi de isterseniz, konukları kısaca tanıyalım:

Serter ve Saylan, herkesin bildiği gibi üniversitelere türbanlı öğrencilerin sokulmaması için yıllardır canla başla mücadele eden iki öğretim üyesi.

Erdem –programda kendisinin de belirttiği gibi– programa söz konusu araştırmanın sahibi olarak katılıyor.

Çarkoğlu ise, kamuoyu tarafından özellikle, dört yıl önce Prof. Dr. Binnaz Toprak ile yapıp yayınladıkları bir araştırma aracılığıyla tanınıyor. Hatırlıyorsunuzdur, bu araştırma ilk kez, "türban"ın toplumun çok büyük bir bölümü tarafından reddedilmediğini ortaya koymuştu.

Peki, "Söz Sizde" programının bu akşamki konuklarının "dengeli" olarak mı seçilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ne gezer.... Erdem ve Çarkoğlu'nun programa çağrılmış olmaları çok yerinde bir seçim, çünkü her ikisi de benzer bir araştırmaya imza atmışlar.

Oysa Serter ve Saylan bu özellikte iki konuk değil. Her ikisi de meselenin "militanları" safında yer alıyor.

Yanlış anlaşılmasın; bu konukların yerinde iki "türban savunucusu"nun bulunması da problemi çözmez. Bu iki konuğun "türban" hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, "türban" ile yakından ilgilenmiş birer sosyolog filan olmaları gerekir. Hatta bu konuklardan birisinin "türbanlı" bir sosyolog olması özellikle tercih edilmelidir.

Peki bu kompozisyonla ortaya verimli, anlamlı bir tartışmanın çıkması mümkün mü?

Ne gezer.... Nitekim sonuç beklendiği gibi oldu. Ali Çarkoğlu, masada tek başına kaldı!

O halde programın yapımcısı ve sunucusu Tayfun Ertan'a soralım: "Söz Sizde"de söz kimde? (K.B.)


'Tek istisna' deyip geçemezsiniz:
O KADRAJI KİM YAPTI?

Kronik Medya okurları, dünkü Hürriyet'in "Cinnah fısıltıları" sayfasında çıkan şu satırları muhakkak ki dudaklarında bir tebessümle okumuştur:

"(…) Gül çiftinin ev sahipliğini yaptığı Devlet Opera ve Balesi'ndeki davette de bu düzen 'katı bir kural' biçiminde değil, 'tercihan' uygulandı. Nitekim protokolde AKP'li konukların çoğu 'iki kadın iki erkek' biçiminde yerini alırken, eşinin yanında oturan Hayrünisa Gül'ün diğer yanında Adalet Bakanı Cemil Çiçek yer aldı…"

Doğru hatırladınız evet: "Harem-Selamlık değil helal-selamlık" mevzuuyla karşı karşıyayız yeniden; tek fark süngünün biraz düşmüş olması…

Hatırlarsanız, Devlet Halk Dansları Topluluğu'nun gösterisini evli çiftlerin (laik çiftlerin de) sinemaya gittiklerinde uyguladıkları "hanımlar ortaya, eşler iki yana" diye özetleyebileceğimiz "oturma düzeni"nde izleyen "AKP'liler" Hürriyet ve Akşam gazetelerini rahatsız etmiş, bu "oturma biçimi" alaycı başlıklarla duyurulmuştu…

Sonra bazı köşe yazarları bunu "Laik cumhuriyetin 80 yıllık protokolünü ezip geçmek" olarak nitelemiş, "olay"dan büyük öfkeye kapılmışlardı… Bu yazarlardan biri de aynı zamanda Hürriyet'in yazı işleri müdürü olan Tufan Türenç'ti…

Biliyorsunuz, biz meselenin başka bir yanıyla ilgiliyiz… 1 Haziran tarihli Kronik Medya'da meselemizi bir kez daha şöyle ifade etmiştik:

"Sayın Türenç, gazetenizde o haberin yayımlandığı gün, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, haberinizi hatırlatan televizyon muhabirlerine 'Eşimin yanında Cemil Çiçek oturuyordu' açıklamasını yaptı. Oysa fotoğraf, Hayrünisa Gül'ün sol omuzundan itibaren kadrajlanmıştı ve dolayısıyla yanında kimin oturduğu belli olmuyordu. Merak ediyoruz, oradaki kadraj sanatlamasında sizin dahliniz nedir acaba?"

Bu yazıdan bir gün sonra Hürriyet'te, yukarıda alıntıladığımız itiraf çıktı: "Tek istisna vardı: Hayrünisa Gül'ün yanında Cemil Çiçek vardı…"

Böylece kesin biçimde ortaya çıkmış oluyor: Hürriyet'çiler, kafalarında kurdukları habere uysun diye fotoğrafı bir güzel kesip biçmişler… Bu tarz bir faaliyet, acaba Doğan Yayın Grubu'nun gazetecilik ilkelerinin kaç numaralı maddesiyle mümkün oluyor? (A.G.)


3 Haziran 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED