T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Bir sorum var, arkadaşlar...

"Sen de hiçbir şeyi unutmuyorsun" demeyin sakın, unutuyorum. Ancak, şimdi aktaracağım olayı unutmak mümkün mü?

1980'lerin ikinci yarısı olmalı... Kenan Evren cumhurbaşkanı, 12 Eylül'ü yapan kadro henüz kuvvet komutanlıklarını terk etmemiş... Ankara'da, Devlet Konukevi'nde bir dâvetteyiz... Büyük ihtimalle Ankara'nın başkent oluşunun yıldönümü vesilesiyle Ankara belediyesi tarafından verilen bir dâvet bu... Mevsim kış ve Ramazan ayındayız... Dikkatler, geceyi onurlandıran Cumhurbaşkanı Evren üzerine çevrili...

"Ramazan" dedim ya, bunun sebebi, Evren'in, yanındaki iki komutana, "İçin canım" diye üstelemesi... Onların almadığını görünce, Evren Paşa, biz gazetecilere dönüp "Onlar Bektaşi nasıl olsa" deyiveriyor... Önce bu sözleri espri sanıyorum; hani, "Namaz kılar mısın?" sorusuna hızlı bir biçimde "Bayramdan bayrama" diyen, "Peki ya içki?" sorusuna ise, araya 'es'ler yerleştirerek, "Akşamdan akşama" cevabını veren Bektaşi fıkraları gibi...

Daha kıdemli ve komutanları yakından tanıyan bir meslektaş, "Hayır" diye uyarıyor beni, "Bu iki komutan gerçekten de Bektaşi tarikatinden..."

İster inanın ister inanmayın; bu sözleri söyleyen bilecek durumda biri olmasına rağmen, o akşamki konuşmayı hâlâ 'lâtife' kabul ederim ben... Sebebi de şimdilerde anlatılan gerekçe: Nurettin Ersin'i, generalken veya general olana kadar geçtiği bütün rütbelerde bir Bektaşi Dedesi önünde eğilip el öperken tasavvur edemiyorum...

Bu sebeple de, önceki gün, Hürriyet'in manşetine tırmanan, "Üsteğmen mürit, astsubay şeyh" haberini, ilk gazetelere yansıtıldığı 1997 yılında da, 'varsayımsal' bir durum olarak kabul etmişimdir... Hani, birileri, "Tarikatlerin ordu içine sızmasını neden engellemek gerekir?" diye düşünürken akıllarına gelen onlarca gerekçeden biri gibi. Öyle ya, varsayımsal olarak, böyle bir durum söz konusu olabilir...

Bir Silâhlı Kuvvetler mensubunun adının karıştığı bildiğim nâdir 'tarikat' olaylarından biri şu yakınlarda televizyon ekranlarından gazetelere yansıdı. Kendisinden 'Dost' diye söz edilen tarikat şeyhi İhsan Güven'den boşanan genç eşin, ünlü bir sanatçıyı hedef alıp "Şarkıları benim bestem" demesiyle gündeme geldi tarikat. 'Dost' unvanlı tarikat şeyhi binbaşı rütbesiyle ordudan emekliymiş...

Neyse.

Benzer bir durum tarikat-dışı yapılanmalarda da söz konusu olabiliyor aslında; yine 'varsayımsal' olarak... Sözgelimi, bir locada, Üstad-ı Azam ile sıradan bir mason arasında ast-üst ilişkisi nasıl kuruluyordur? Yoksa, mason locaları, bu sorunu başka türlü mü çözüyorlar? 'Gizli' oldukları için bu konuda açık bir fikir sahibi olmamız mümkün değil... Genelkurmay, sırf bu yüzden, mason olmak isteyen mensuplarına locaya katılma izni vermiyordur belki de... Yoksa veriyor mu?

8 Ocak akşamı Genelkurmay'daki dâvetin iki önemli yönü vardı: Biri, dâvet edilenlerin kimliği, diğeri de dâvet edilmeyenlerin kimliği... Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Turgay Ciner, Mehmet Emin Karamehmet, Erol Aksoy, Mehmet Nazif Günal gibi medya patronları dâvetliydiler; gözlemciler, bazı patronların birbirleriyle yanyana gelmemek için özel çaba sarf ettiklerini bildiriyor...

Bir komutan, bizlerin neden orada olmadığı kendisine soru olarak yöneltildiğinde, "Onlar şimdilik Atatürkçülük ve Cumhuriyet'in temel ilkelerine bağlılık konusunda sınavı geçemediler" demiş... Patronların da aralarında bulunduğu bütün katılımcılar "Demek biz geçtik" diye sevinmişlerdir...

Oysa, aynı komutan, iki yıl önce, bir gazeteci kalabalığı önünde beni övmek inceliğini göstermişti. Harp Akademisi komutanıyken hakkında 'yalan haber' yazılmış, ben, "Hayır, bu haber yalan" diye ortaya atılmıştım... Kızardığımı ve komutana, "Rahmetli Yavuz Gökmen sizi severdi" dediğimi hatırlıyorum...

Bir gün öncesine kadar bizim gazetede yazdığı için 'akreditasyonsuz' olan bir meslektaşın dâvetteki varlığı herkesin dikkatini çekmiş.... Onu, "Akreditasyonsuz gazeteden ayrıldı" diye Habertürk kontenjanından çağırmışlar... Oh, ne rahatlık...

Dâvetin ertesi günü karşılaştığım yönetici konumundaki bir meslektaşa, "En anlamadığım şey, patronların dâvete neden katıldığı?" sorusunu yöneltince, "Patron katılmıyor olsaydı, benim ne işim vardı?" cevabını aldım. Gerçekten de, patronlar, yönetici ve yazarlarını yanlarına alarak geldiler Ankara'ya... Yarısı tanınmış gazeteciyle dolu bir uçakla seyahat edeceğini anlayınca uçuş saatini değiştirmeyi uygun gören yolcular çıktığını öğrendim...

O uçağın bir yolcusu, Aydın Doğan ve medya grubunun öndegelen isimlerinin, THY'nin târifeli uçağında ekonomi sınıfında uçtuklarını görünce düştüğü şaşkınlığı aktardı bana. "Her tarafta tanıdık bir sima, en ortalarında da Aydın Bey" dedi o gözlemci; çok uyumlu görünüyorlarmış grup olarak... En neşeli olan da Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu imiş... Güneri Bey'in neşesi, grubun kaldığı Hilton Oteli'nde, dâvetten sonra ve gecenin ilerlemiş saatlerine kadar sürmüş...

Şimdilerde söylediğimde pek az kişi inanıyor: Dâvetin verildiği Gazi Orduevi'nde düzenlenen nice dar katılımlı etkinliğin baş konuklarından biriydim geçmişte; Evren Paşa'nın cumhurbaşkanlığı için dediği gibi, "Ben hevesimi bolca aldım..."

Org. Nurettin Ersin gerçekten Bektaşi olabilir mi?


12 Ocak 2003
Pazar
 
TAHA KIVANÇ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED