T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 3 ŞUBAT 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

'Nitelikli aksiyon' yolunda cesur adım

"Kurtlar Vadisi-Irak", kesenin ağzı açıldığında Türkiye'de de kaliteli aksiyon filmleri çekilebileceği yönündeki umutlarımızı iyiden iyiye artıran bir film olarak, hiç kuşkusuz ki ulusal sinema tarihimizde öncü bir rol üstleniyor.

HAFTANIN FİLMİ
Kurtlar Vadisi-Irak
Valley of the Wolves-Iraq

2005 / Türkiye Yapımı
Yönetmen: Serdar Akar
Senaryo: Bahadır Özdener, Raci Şaşmaz
Oyuncular: Necati Şaşmaz, Billy Zane, Bergüzar Korel, Ghassan Massoud, Gürkan Uygun, Diego Serrano, Kenan Çoban, Gary Busey, Spencer Garret, Tito Ortiz, Erhan Ufak
Süresi: 120 dakika
Yapımcı: Pana Film
Dağıtıcı: Kenda Film
3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer'
Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Cinsellik/çıplaklık yok Argo yok
18 yaşından küçükler için
aşırı şiddet içermektedir.
(İmleci simgelerin üzerine getirerek anlamlarını okuyabilirsiniz.)

4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak'ın Süleymaniye kentindeki irtibat merkezinde görevli 11 Türk askeri, "müttefik" Amerikan birliklerince başlarına çuval geçirilip askerlik onurları hiçe sayılarak ülkeden sınır dışı edilirler. Üsteğmen Süleyman Aslan gözaltına alınan 11 kişiden biridir. Aşağılanmayı onuruna yediremeyen bu Türk subayı, geride vasiyetname niteliğinde bir mektup bırakarak intihar eder. Mektup Türk istihbaratçısı Polat Alemdar'a yazılmıştır. Alemdar, arkadaşının son isteğine kayıtsız kalamaz. O artık adamları ile birlikte gerekirse ölmek için Kuzey Irak'tadır.

"Kurtlar Vadisi"nin 97 bölümlük televizyon dizisi versiyonuyla ilgili düşüncelerimi, sanırım bu ülkede sinema ve televizyonla ilgilenen hemen herkes artık öyle ya da böyle öğrenmiş durumda. Çünkü, iki ay kadar önce yazdığım bir yazıdan sonra 2005 yılının en geniş kapsamlı küfür ve hakaret furyasına maruz kalmış biriyim ben...

Ancak, hiç üşenmeyip şahsım için onca rezil küfürü kaleme alan (çoğunluğu kuru sıkı hamaset milliyetçilerinden oluşma) o lümpen kitle, benim bu ülkeyi ne denli sevdiğimi ve sinemasının gelişip kalkınması yönünde nasıl da samimi bir özlemle yanıp tutuştuğumu kavrayabilecek düşünsel kapasitede değillerdi elbette.

Dizinin bitmesinden kısa bir süre sonra, ilgiyle beklenen sinema filmi versiyonu (daha doğrusu uzantısı) "Kurtlar Vadisi-Irak" ise bugün gösterime giriyor. Sözkonusu filmi izlemeye gidecek olan o öfkeli kitlenin perdede göreceği şey ise benim -vaktiyle hakarete boğdukları gözlem ve eleştirilerimin- bire bir doğrulanmasından başka bir şey olmayacak.

Size şu kadarını söyleyeyim; sinemada izleyeceğiniz filmin, adı ve oyuncuları haricinde televizyonda yayınlanan dizi ile biçimsel açıdan kıyas kabul etmesi mümkün değil. Pana Film bizlere 97 bölüm boyunca ışığıyla, kurgusuyla, diyaloglarıyla, oyunculuk kalitesi ve yönetimiyle iç bayan bir "pehlivan tefrikası" izlettirmişti. Oysa, görüyorum ki sinema perdesinde ne bu anlatım tarzının ne de böyle ucuzcu bir yaklaşımın "yemeyeceği" benden de önce yine bizzat onlar tarafından peşinen tesbit edilmiş. Daha dinamik ve derli toplu bir anlatım, daha "hayattan" diyaloglar, daha iyi ışık, ses, görüntü ve özel efekt... Öyle ki Necati Şaşmaz bile kişisel çıtasını yükseltip filmde dizidekinden daha özenli oynamak zorunda kalmış! Ayrıca, bu yapımda sağa sola saçılmış "çanak anten" görüntüleri ve "kız yurdu reklâmları" da yok doğal olarak...

Cüneyt Arkın aventürlerinden bugünlere...

Türk sinemasının istikbâli sözkonusu olduğunda soğukkanlı bir entelliği falan bırakıp doğrudan doğruya coşkulu bir yurtsevere dönüşen naif bir adam olarak, "Kurtlar Vadisi"nde -kaliteli bir aksiyon çekme adına verilen o büyük emek ve harcanan iddialı bütçeden tek kelimeyle mutluluk duydum. Çünkü bizler, kariyeri boyunca akıl almaz imkânsızlıklarla boğuşan Cüneyt Arkın'ın, namluları (devlet yetkilileri öyle istiyor diye) kapatılmış ve perdede de bu komik görüntüleriyle boy gösteren mantar tabancaları kullandığı, bütün numarası bir tuğla fabrikasında gariban Yeşilçam figüranlarıyla Osmanlı usûlü dövüşmekten ibaret olan döküntü aksiyon filmleriyle büyümüş bir kuşağız. O yüzden, kostümlerin ve silahların gerçeğinden farksız olduğu, özel efektleri işini mükemmel düzeyde yapan yabancı uzmanlar eliyle gerçekleştirilmiş, 6 kanallı çevreleyici ses kaydına sahip, bir Türk yönetmeninin Hollywood yıldızlarına direktif verdiği böylesi yapımları görünce cidden ağlamaklı oluyorum. Önceki filmleriyle gayet sevdiğim bir yönetmen olan Serdar Akar, dizide "Yedi Kocalı Hürmüz" modunda bir yönetmenlik sergilediğinden öyküye bir türlü damgasını vuramıyordu. Ancak, "Kurtlar Vadisi-Irak"ta dümeni biraz daha fazla ona bırakmışlar anlaşılan ve o da bildiği sinemasal doğruları başarıyla uygulamış.

Her ülkenin sinemasının, o ülkedeki insanları kâh eğlendirecek kâh gururlandıracak "üstün kahramanlar" türetmeye hakkı vardır. Bu film de sözkonusu hakkını kullanıyor ve bir tür "Türk Bond'u yaratıyor. Ama ne yazık ki "yurtseverlik" adına gerçekleştirdiği kanlı eylemlerinin ahlakî ve hukukî temelleri biraz sakat bir Bond bu...

James Bond filmlerini çok seven ve gayet eğlendirici bulan bir adam olarak, bir "Türk Bond'u" düşüncesine karşı çıkmayı elbette ki anlamsız buluyorum; dahası böyle kahramanların türetilmesi yolunda geç bile kalındığını düşünmekteyim. Elbette ki bizim de ulusal gururu okşayacak, gençliğe moral verecek bu tür ulusal kahramanlarımız olmalı ve de olacak. Hem zaten vaktiyle de yok muydu? "İngiliz Kemal" ya da "Komiser Cemil" de bu kategoride karakterler değiller miydi? Filmlere soğukkanlı bakmayı başarabilen küçük bir kitle bundan iki ay kadar önce benim (bütün iyi niyetimle) aslında ne demek istediğimi gayet iyi anlamıştı. Ancak ne yazık ki sinema perdesine film izler gibi değil "Dokuz Işık" kitabı okur gibi bakmayı huy edinmiş bir camiaya derdimizi bir türlü anlatamadık.

Yazar ve eski ajan Ian Fleming'in James Bond'u, MI-5'e bağlı kadrolu ve sigortalı bir devlet memurudur; yani sokaktan toplama sıradan bir adam değil. Gerektiğinde silahlı çatışmaya girme yetkisini de Kraliçe'nin az sayıda ajana verdiği özel bir ayrıcalıktan alır ("Licence to Kill"). Ama sivil kökenli Polat Alemdar'ın şahsında Türk gençliğine sunulan mesajlar, ne bir Bond ne de bir Rambo filmindeki hukukî ya da ahlâkî altyapıyla örtüşmüyordu. Tıpkı dizinin biçimsel yetersizlikleri gibi bu konudaki eleştirilerim de aynen yerli yerinde duruyor; ama artık yedi ceddime yönelik küfürlerden gerçekten illallah dediğimden, bu defa filmin tehlikeli siyasal mesajları hakkında uzun uzadıya tartışmaya girmeyeceğim. (O işi, saygın ve kıdemli bir solcu olduğu için hiç kimsenin açıktan açığa küfür etmeye cesaret edemeyeceği Atilla Dorsay ağabeyimize bırakıyorum. Benim arkam onun kadar sağlam değil!) Hele de çuval olaylı konusunda ABD yönetimine verilecek en doğru cevabın o gün orada Amerikan birlikleriyle silahlı çatışmaya girmek olduğunu utanmazca savunan bir takım tiplere söyleyecek tek kelimem dahi yok. Ne de olsa onlar -iktidara geldiklerinde de kanıtladıkları gibi- "erkek politika"dan yanadırlar, bizler ise "ürkek" ve "pısırık" adamlarız.

Daha da iyileri yapılacak inşaallah

Hollywood'da psikopat suçlu rollerinin kıdemli ismi Gary Busey (solda), "Kurtlar Vadisi-Irak"taki Amerikalı doktor rolünü de her zamanki gibi başarıyla sırtlıyor. Ancak aynı şeyi film boyunca biraz tutuk görünen Billy Zane için söylemek pek mümkün değil...
"Kurtlar Vadisi-Irak"ın teknik gösteriler ve öyküleme açısından pek çok artısı olmakla birlikte kimi eksileri de gözüme çarptı. Sözgelimi beyazperdede psikopat karakterleri canlandırırken görmeye âşina olduğumuz Amerikalı oyuncu Gary Busey bu filmdeki kısa rolünde de oldukça rahat bir performans sergilemiş ve her zamanki düzeyini tutturmuş. Ama aynı şeyi "Titanic"in sevimsiz işadamı Billy Zane için söylemek mümkün değil. Zane, öyküyü ya da bizimkilerin çalışma koşullarını içten içe yadırgadığından mıdır nedir, "Bitse de gitsem" modunda bir oyunculuk sergiliyor. Başta -"Cennetin Krallığı"ndan tanıdığımız- Ghassan Massoud olmak üzere diğer yerli ve yabancı ekip ise çizgi üstü bir performans ortaya koymakta...

İlklerde her zaman bazı sorunlar olur; ama bu çok da büyütülecek bir konu değil. "Kurtlar Vadisi-Irak" kesenin ağzı açıldığında ve kalpler masaya konulduğunda Türkiye'de de kaliteli aksiyon filmleri çekilebileceği yönündeki umutlarımızı iyiden iyiye artıran, bu konudaki beklentilerimizi yükselten bir film olarak hiç kuşkusuz ki ulusal sinema tarihimizde öncü bir role sahip olacak. Bu çalışma sayesinde, bir çok oyuncu ve teknik elemanımızın yabancı uzmanlarla işbirliği hâlinde bir "süper prodüksiyon"un havasını teneffüs edişini ve elde edilen bilgi birikiminin gelecekteki başka projelerde de bizlere "profesyonellik" olarak geri dönecek oluşunu Türk Sineması adına esaslı bir kazanç olarak görüyorum.

Bu arada, televizyon dizisinin teknik açıdan son derece yetkin olduğunu ileri sürüp toz kondurmayanlar, öykünün sinema versiyonunu izlemeye giderken yanlarına birer güneş gözlüğü almayı sakın unutmasınlar. Çünkü, beyazcamda tamı tamına 97 bölüm boyunca "betacam" formatının çiğ renkleri eşliğinde ve kötü bir ışıklandırma altında makyaj yoksunu suratlar gördükten sonra, perdede izleyecekleri 35 mm Eastman Kodak renkleri ve özenli makyajlar gözlerini bayağı bir rahatsız edebilir!

Velhasıl, emeği geçen herkesin ellerine sağlık...

YÜREĞİMİZİ DELİP GEÇEN FİLMLER
Pol Pot'un 'Ölüm Tarlalar'ı

Yaşlı dünyamız, üzerinden gelip geçen onca diktatörlükten sonra, tam da artık "gerçek uygarlığın şafağına ulaşıldı" denilirken, 20. yüzyılın son çeyreğinde bu denli inanılmaz bir adamı ve bu denli inanılmaz bir rejimi görme bahtsızlığına da erişti ne yazık ki. Ki böylelikle Bertolt Brecht'in "faşizmin son derece doğurgan bir karnı olduğu"na ilişkin o ünlü önermesi de bir kez daha haklı çıkmış oluyordu.

"Ölüm Tarlaları", düşünsel temelleri kısmen Maoculuktan aşırma, kısmen de kendisi tarafından atılan çağdışı bir "köylü komünizmi"yle 1975-79 yılları arasında ülkesi Kamboçya'yı kana bulayıp dev bir mezarlığa dönüştüren Pol Pol adlı gerilla lideri ve ona bağlı Kızıl Kmerler örgütünün beyazperdeye aktarılmış yegâne ve de kolay kolay aşılamayacak olan öyküsüdür.

"Sıfır Yılı" adını verdiği dehşet verici bir temizlik operasyonuyla, "emperyalizmin uşakları" olarak nitelediği iyi eğitim görmüş bütün yurttaşlarına karşı amansız bir savaş başlatan bu ruh hastası adam, anılan yıllar arasında tahminen 4 milyon insanı akla mantığa sığmayacak gerekçelerle öldürttü. Üniversiteyi bitirmek, ellerinde nasır bulunmamak, herhangi bir konuda uzman olmak, yabancı dil bilmek, hattâ ve hattâ gözlük kullanmak dahi bu rejimin despotları tarafından ölüme gönderilmek için yeterli birer gerekçeydi. Çünkü, her fırsatta eğitimli insanlardan tiksindiğini vurgulayan Pol Pot, Kamboçya'nın gerçek kurtuluşunun herkesin "kara cahil" kalması ve kırsal bölgelerde kurulan toplama kamplarında yalnızca bir tabak pirinç için çalışmasıyla sağlanacağına inanmaktaydı. Kurduğu rejime de âdeta ironi yaparcasına "Demokratik Kamboçya Cumhuriyeti" adını vermişti.

Elbette ki her diktatör gibi onun da ardında yıllar boyunca batılı emperyalistler yer aldı. Normal koşullarda bu adamın işini bir tek günde bitirebilecek olan İngiltere, Fransa, ABD ve BM, Kamboçya'nın 8 milyonluk nüfusunu dört yılda yarıya indirmesine karşın Pol Pot'un katliamlarını inatla görmezden geldiler ve onu ülkesinin "yasal lideri" olarak tanıdılar.

Bosna ve Kosova kıyımlarının sorumlusu Slobodan Miloseviç'in Lahey Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılandığı bir dünyada, ondan en az elli kat daha fazla insanı katleden Pol Pot ise 15 Nisan 1998'de bambudan yapılma köy evinde özgür bir insan olarak "kalp krizi"nden öldü. Tek bir soruşturma bile geçirmeden, tek bir gün bile gözaltına alınmadan...

Roland Joffé'nin insanı ilk karesinden son karesine dek bu dehşet atmosferinde ustalıkla gezdiren unutulmaz filmi "Ölüm Tarlaları", Kızıl Kmerler dönemini, öykünün merkezine destansı (ve de gerçekten yaşanmış) bir dostluğu oturtarak anlatıyordu bizlere...

Kamboçya'da Pol Pot'un kurduğu yeni siyasal düzeni yakından görmek üzere bu ülkeye gelen New York Times muhabiri Sydney Schanberg, atlatma haberler yapmak için çeşitli adreslere koşturup dururken Dith Pran adlı sevecen bir rehberle tanışır. Kısa sürede iki yakın dosta dönüşen Schanberg ve Pran, haber koşturmacasında birlikte çalışmaya başlarlar. Ancak ülkede işlerin sanılandan da kötüye gittiğini gören Kamboçyalı rehber, bir süre sonra bütün eğitimli insanlar gibi kendisinin de toplama kamplarına gönderileceğini anlar. Schanberg için de artık yavaş yavaş kaynamaya başlayan bu ülkeden ayrılma vakti gelmiştir. Hayatının tehlikede olduğunu farkettiği Pran'ı, eşi ve çocuğuyla birlikte ABD'ye götürmeye teşebbüs eder. Ancak, bayan Pran ve kızını uçağa bindirmeyi başarmasına karşın, Kızıl Kmerler ailenin reisini son anda tutsak edeceklerdir. Genç adam, kendisine "devrimci bir bakış açısı kazandırılmak üzere" beyin yıkama kamplarına gönderilir.

Çaresiz kalan Schanberg ABD'ye döner; ardından da Bayan Pran ve çocuğunu oradaki iltica makamlarına teslim eder. Bu arada -pek çok fotoğrafını esir düşen dostunun çektiği- etkileyici yazı dizisiyle de o yıl bir Pulitzer ödülü kazanacaktır. Pran ise bu süreçte insan aklının sınırlarını zorlayan bir çalışma kampında ölümle hayat arasında gidip gelmektedir. Schanberg dostunu tekrar bulabilmek için ABD'de çalmadık kapı bırakmaz; ancak bu yöndeki her türlü çabası karşılıksız kalır.

Uzun bir çile döneminin ardından bir yolunu bulup kamptan kaçan ve korkunç olaylar yaşamasına karşın ölüme inatla direnen Pran, kendisini çılgıncasına aramakta olan Amerikalı kader arkadaşıyla yıllar sonra Tayland-Kamboçya sınırında yeniden buluşacaktır.

Filmde öyküleri aktarılan bu iki insan birer hayâl kahramanı değildi. Gerçek Sydney Schanberg ve Dith Pran hâlâ yaşıyor ve her ikisi de New York Times gazetesinde çalışıyorlar. Filmde Schanberg rolünü ünlü aktör Sam Waterston üstlenirken, Pran'ı ise -kendisi de benzer tecrübeler yaşamış Kamboçyalı bir hekim olan- Dr. Haing S. Ngor canlandırmıştı. Sinemadan hiç anlamayan ve hayatında ilk kez kamera karşısına geçen Dr. Ngor, bu filmdeki olağanüstü performansıyla 1985 yılında "en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarı"nı kazandı. Bu ise sektörden olmayan bir amatörün kazandığı ilk akademi ödülüydü.

Türkçe Adı: "Ölüm Tarlaları"
Orijinal Adı: "The Killing Fields"
Yapım Yılı: 1984
Ülke: İngiltere yapımı
Süre: 141 Dakika
Yönetmen: Roland Joffé
Senaryo: Bruce Robinson
Müzik: David Bedford, Mike Oldfield
Görüntü Yönetimi: Chris Menges
Kurgu: Jim Clark
Oyuncular: Sam Waterston, Haing S. Ngor, John Malkovich, Julian Sands, Craig T. Nelson, Spalding Gray
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.9 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)

Oscar töreninde, elinde heykelciğiyle kısa bir teşekkür konuşması yapan Dr. Ngor, aşağıdaki cümleleriyle, bu ödüllerin tarihinde sarfedilmiş en anlamlı sözlerin de sahibi olacaktı:

"Ben, şu anda dünya üzerinde hâlâ hayatta olan 20 Kamboçyalı hekimden biriyim. Diğer yüzbinlercesi sırf hekim oldukları için Kızıl Kmerler tarafından öldürüldüler. Sanırım bu durumum sizlere Pol Pot rejiminin nasıl bir şey olduğu konusunda yeterince fikir verecektir."

Haing S. Ngor, ABD'de hekimlik yapmayı sürdürüp zaman zaman da bazı filmlerde konuk oyuncu olarak rol alırken, 25 Şubat 1996 tarihinde Los Angeles'teki evinin garajında gizemi hâlâ tam olarak çözülemeyen bir saldırı sonucunda öldürüldü. Görünüşe göre bir sokak çetesi tarafından soygun amacıyla pusuya düşürülmüştü; ancak bir çok insan onun bu filmdeki rolü nedeniyle Kızıl Kmerler'in ABD'deki ajanları tarafından cezalandırıldığına inanıyor.

Pol Pot (1925-1998)

"Ölüm Tarlaları"ndan unutulmaz sahneleri ayıklamak öyle kolay değil. Çünkü film zaten bir bütün olarak "unutulmaz"... Ancak Dith Pran'ın toplama kampından kaçtıktan sonra kırsal alanda şuursuzca ilerlerken dört bir tarafı insan kalıntılarıyla kaplı bir bataklığa düştüğü sahne, o anda yüzüne sinen korku ve buna eşlik eden müzik, sinemada gelmiş geçmiş en yakıcı sahnelerden biridir. Ve tabiî bir de finalde iki dostun John Lennon'un "Imagine"ı eşliğindeki karşılaşmalarını unutmamak gerek...

Sinemada savaş karşıtlığının ders kitabı olarak gelecek kuşaklara miras kalacak nitelikteki bu filmi ne yapıp edip izleyin; mümkünse arşivinize de katın.

YENİ ŞAFAK / SİNE-BULMACA

'Gerçekçi polisiye'de bir milat

Bu hafta "Sine-Bulmaca"da sizlerden, polisiye sinema tarihinde kırılma noktası oluşturmuş çok ünlü bir filmi hatırlamanızı isteyeceğiz.

New Yorklu iki narkotik şube polisinin anılarından yola çıkılarak sinemaya uyarlanan bu yapıtın en önemli özelliği, o güne dek Hollywood'da geçerli olan bir dizi katı çekim kuralını yıkmasıydı. Halkın oyunculara aşırı ilgisi, yoğun trafik, ışık dengesinin sık sık bozulması ve gürültü gibi denetlenmesi zor çevre koşulları nedeniyle gerçek hayatın ortasında çekim yapmaktan nefret eden Amerikalı yönetmenler, bu filme kadar en geniş ölçekli sokak çekimlerini bile stüdyolarda kurulan devâsâ dekorların önünde gerçekleştirirlerdi. Böylelikle de -Hollywood'un büyük stüdyo geleneklerine uygun biçimde- gayet steril sonuçlar elde edilmekteydi. Ancak her türlü doğal ortam riskinden uzakta çekilen bu görüntülerde ciddi bir "gerçeklik duygusu" eksikliği de kaçınılmaz oluyordu.

New York polisinin uluslararası uyuşturucu şebekeleriyle mücadelesini anlatan 1971 tarihli bu öncü film ise tamamen farklı üslûptaki kamera ve mekân kullanımıyla bir dönemi kapatıp yepyeni bir sinema dilinin gelişmesine aracılık etti. Pek çok sahnede kamera ayağı kullanılmaksızın omuzda yapılan -hafif sarsıntılı- sokak çekimleri, bütünüyle gerçek New York mekânları ve kimi sahnelerde diyaloglarına doğaçlama bölümler katarak filmin bu gerçekçi havasına başarıyla katkıda bulunan yıldız oyuncular...

İzleyicileri New York'un suçla mücadele dünyasında âdeta belgesel tadında bir gezintiye çıkaran bu filmin en unutulmaz sahnesi ise başroldeki dedektifin Pontiac Sedan'ı ile bir Fransız uyuşturucu kaçakçısını kovalama sahnesiydi. Metroya binerek kaçmaya çalışan muhatabını, tren raylarının uzayıp gittiği üst geçidin hemen altındaki bir caddede müthiş bir hızla takip eden kahramanımız, bu bölümdeki performasıyla "otomobilli kovalamaca sahneleri" külliyatına bugün bile hâlâ aşılamamış bir görsel katkıda bulunuyordu. Nitekim, film gösterime girer girmez yenilikçi tavrıyla seyirciden hak ettiği ilgiyi görüp bir dizi önemli ödül kazandı; ardından da hemen iki yıl sonra ilkini aratmayacak kalitede bir devam bölümü çekildi. (Ancak sorumuz bu ikinci film üzerine kurulu değil, lütfen karıştırmayınız.)

İlk filmin orijinal İngilizce adını, ayrıca ilk bölümün yönetmeninin ve en az üç başrol oyuncusunun adlarını 9 Şubat 2006 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine (tam adları ve açık mektup adresleriyle birlikte) gönderen üç okurumuz, bilgisayarımızın doğru cevaplar arasından rasgele yapacağı bir seçimle, Jessie Nelson'un yönettiği ve başrollerini Sean Penn, Michelle Pfeiffer ile Dakota Fanning'in paylaştıkları "Benim Adım Sam" filminin birer DVD'sini kazanacaktır.


GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
27 Ocak 2006 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: il Buono, il Brutto, il Cattivo (1966) (Türkiye'de Yaygın Olarak Bilinen Türkçe Adı: "İyi, Kötü, Çirkin")
- Yönetmeni: Sergio Leone
- Başrol Oyuncuları: Clint Eastwood, Lee Van Cleef, Eli Wallach
- Özgün Müzik Bestecisi: Ennio Morricone

Yarışmamıza yurt çapında toplam 232 katılım gerçekleşti ve bunlardan 206 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılara rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
2 Şubat 2006 saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Şenay Akay / Erzurum
- Cavide Pala / İstanbul
- Hayrullah Saruhan / İstanbul

Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Seven", 1995 / Oyuncular: Brad Pitt, Morgan Freeman / Yönetmen: David Fincher) adreslerine taahhütlü postayla gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"


YÖNETMENİN UYUDUĞU AN...
Adı: Terminator-3: Makinelerin Yükselişi
(Terminator-3: Rise of the Machines)
Yapım Yılı ve Ülkesi: 2003-ABD
Yönetmen: Jonathan Mostow
Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Nick Stahl, Claire Danes, Kristanna Loken
Bu haftadan itibaren sinemasever okurlarımızı oldukça eğlendireceğini umduğumuz yepyeni bir köşenin daha yayınına başlıyoruz. Yeni bölümümüz, film yapımında "dikkat"in ilk aşamadan son aşamaya kadar ne denli hayatî bir öneme sahip olduğunu göstermeyi amaçlıyor.

Sinema tarihi boyunca pek çok ünlü filmde irili ufaklı binlerce teknik hata yapıldı. Öyle ki beyazperdeden gelip geçen en iddialı filmlerde bile "karizmanın çizildiği" bu tür talihsiz anlara rastlamak mümkün. İşte biz de dikkatli gözlerden kaçmayı başaramamış bu tür bariz yapım hatalarını sunacağız sizlere...

İlk örneğimiz, ünlü "Terminator" üçlemesinin -şimdilik- sonuncu bölümünden... Kahramanlarımız hangarda buldukları Cessna tipi bir uçağa binerlerken bizler de uçağın gövde numarasını net olarak görürüz: N3035C... Ancak az sonra uçağa bir hâller olur ve havada süzüldüğü sahnelerde numarası ansızın değişiverir: N3913F...

Emekli Terminator Arnold ağabeye ödeyecek milyonlarca doları bulmakta hiç güçlük çekmeyen bu arkadaşlar, birbirini izleyen iki farklı çekimde aynı uçağı kullanmayı ise akıl edememişlerdir. Böylesine büyük boyutlarda bir prodüksiyon için pek de acıklı bir durum, öyle değil mi?


  • Ali Murat Güven: Terbiyesiz herifler...

      DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 27 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 20 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 13 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 6 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi