Oyunculuğunun yanı sıra toplumsal olaylara karşı duruşuyla da öne çıkan Memet Ali Alabora, 'beni rahatsız eden toplumu da rahatsız eder' mantığıyla insanlık dışı vakalara 'dur' demek için savaş karşıtı eylemlere katılıyor. Küresel düşüncelerle hareket eden, ancak gönlümüzde hala Memoli olarak yer eden Memet Ali Alabora, şu günlerdeyse 12 Eylül müdahalesi döneminde; sıradan bir işçi ailesinin yaşadığı trajik olayların anlatıldığı 'Eve Dönüş' filmiyle adından sıkça söz ettiriyor. Film, 3 Kasım'da vizyona girecek olmasına rağmen basına dağıtılan işkence sahnelerinde Alabora, sinema hayatının en önemli rolünü oynarcasına adeta devleşmiş. Kimi zaman zıpır bir delikanlı olarak izlediğimiz, kimi zaman babasıyla savaşa hayır mitinglerinde söylemleriyle öne çıkan aktör; hayatı büyükannesinin öğütlediği gibi yaşıyor; "Bastona ihtiyaç duyuncaya kadar koş”… Yani iyi ve kötü yanlarıyla hayatı dolu dolu yaşa. Aynı zamanda Greenpeace'e destek veren ünlülerden biri olan Memet Ali Alabora ile keyif alarak yaptığım bu röportajda daha çok 'Eve Dönüş'ün hikâyesini okuyacaksınız. İyi pazarlar…
Hem annem hem babam ve tanıdığım herkes oyuncuydu sonuçta. Benim en sevdiğim şey Muhsin Ertuğrul'un kulisine gidip -orada işlevsel çocuk dekorları vardı- onlarla oynardım.
Türkiye'nin tek klasik müzik dergisinin hem yayın kurulundayım hem de yazarıyım. Klasik müzik benim için çok önemli. Müzikle ilgim hayatımın önemli bir mesaisini kaplar. Diğer konuya gelince insan bir şekilde her şeye yetişiyor. Ben hayatımda hep kendim için zamanlar çaldım.
Film 3 Kasım'da vizyona girecek. Çok güçlü bir yapım. Her anlamda güçlü kadrosu var. 'Eve Dönüş', 1980 dönemiyle ilgili bir şeyi ilk defa yapıyor. İlk defası şu; ilk defa filmin ana karakteri darbeden etkileniyor; ama bu ana karakter bir politik yatkınlığı olan bir kişi değil. Herhangi biri. Darbe yüzünden hayatı değişen herhangi biri. Bu anlamda bir ilktir Mustafa karakteri. Yani kendi baş karakteri apolitik olan ve de politik hiçbir dönüşüm geçirmemiş bir adam. Filmin sonunda ideolojik bir mesaj yok. Evet, filmin politik bir mesajı var fakat ideolojik bir mesajı yok. Hani sonuçta herkes solcu olsun; işte neler yaptılar solculara ya da sağcılara yazık oldu anlamında bir şey yok. Yangından belli bir uzaklığa gittikten sonra ancak dönüp arkanıza bakarsınız; demek ki, Türkiye'nin 1980'de olup biten yangına bakabilmesi için 25-26 yıl geçmesi gerekiyormuş…
Daha önce de 12 Eylül'ü anlatan işkenceyi gündeme getiren filmler çekildi; ama toplam olarak 12 Eylül'ü yoğunlukla tartışabileceğimiz bir dönem belki de bu dönem oldu. Yangından kaçma mesafemiz bizim için 26 yılmış demek ki... 13 sene evvel senaryosu yazılmış 'Eve Dönüş'ün ancak şimdi çekilebiliyor. Bunun çekilebilmesi, yapılabilmesi demek ki Türkiye'de bu meselenin tartışılabilmesi ancak bu kadar zaman içerisinde olabildi.
3 yaşındaydım.
Benim ailem sonuçta politik geçmişi olan bir aile. Babam 12 Eylül darbesi yüzünden tiyatrodan atıldı. 1402'lik tabiriyle. 1.5 yıl boyunca eve balıkçılık yaparak ekmek getirdi. Benim hayatımda 5 yaşında olduğum 1982-83 yıllarında, biraz yoksulluk çektiğimiz bir dönem vardır… O dönem de 12 Eylül darbesi yüzünden kaynaklanmıştır. Darbeyle ilgili o dönemde yaşanan acılara hiçbir zaman kayıtsız olmadım. Hayatımın her döneminde, aklım ermeye başladığından beri Türkiye'de tüm askeri darbelerin çok hoş şey olmadığını biliyorum. Bir tek 12 Eylül değil, 1960 da öyle. 1970 yılında ki muhtıra da böyle... Darbenin iyisi kötüsü olmaz. Benim için de çevrem için de bu dönem çok yaralar açtı. benim yaşlarımda olan veya benden 6 yaş küçük olanlar bu dönemi bilmeseler dahi aslında bu dönem yüzünden bugün birçok şeyi yapıyorlar ya da yapamıyorlar.
Ben senaryoyu okuduğumda, 'Bu rolü ben oynamalıyım ya...' dedim. Sonuçta aktörler yönetmenin malzemeleridir. Her oynayan aktörün filmin kendi meselesiyle ilgili bilincinin olması gerekmez. Ama bu benim de meselem aynı zamanda.
Bu film; 1980'e, doğru yerden baktığını düşündüğüm, bir filmdi. 1980, benim için büyük bir rahatsızlık. Dünyada darbe yapıp da yargılanmamış çok az ülke kaldı. O darbenin müthiş sürecini yaşamadık çok az ülke kaldı. Belki de hiç yok, Biz bunu hukuki olarak tam anlamıyla tartışamadık. Hukuk olarak bunun nasıl bir şey olduğunu, ne olduğunu değerlendiremedik. Bu benim için bir sorun. Benim çimi acıtıyor. Hala bugün bu anayasa ile, ne kadar değişiklik yapılmış olsa da, bu anayasa ile yönetiliyor olmak, bu anayasanın yürürlükte olması, benim canımı acıtıyor. Benim yaşıtımdaki kişilerin de canını acıtıyor.
İşkence sahnelerini çekmeye başladığımız andan itibaren sette bir gerginlik olmaya başladı. Setteki insanlar da gerildi. Altan ağabey (Erkekli) ile biz iki hafta boyunca her gün bir tek donla bir tek iç çamaşırıyla soğukta, taşa oturup ellerimizi kelepçelerle bağlayıp üstümüz başımız pislik içerisinde birbirimize değerek oynadık.
İşkence gören bir insanın çektiğini anlamanıza imkan yok. O gerçekten işkence görüyor. Siz sadece işkencenin taklidini yapıyorsunuz: Fakat ne olursa psikolojik olarak bir gerginlik oluşturuyor. Gözlerinizin bağlanması ve siyah bantla çırılçıplak kalmanız çok kolay bir şey değil. Bu filmi çekmeye başlamadan önce 78'ler Vakfı'nın Başkanı Celalettin Can ile uzun uzun konuşmuştuk. Celalettin ağabey, 'İşkence anındaki acıdan daha fena olan, oradaki atmosferdir' dedi. 'Gözlerin bağlandığı anda bağırışlar, coplar küfürler... Bu atmosfer seni işkence yapılmasından daha fena yapar' dedi. Gerçekten gözlerinizin bağlı olmasıyla tokadın ve tekmenin nereden geleceğini bilmiyor olmanız çok tuhaf bir duygu.
Demokratik alana yapılmış tüm müdahalelerin doğru olmadığını düşünüyorum. Cumhuriyet tarihi boyunca, demokratik alana yapılacak askeri müdahalelerin hiçbir meşru tarafı bana göre yok. Asker, tabii var; olmaya devam edecektir, görevini yapacaktır. Ama sivil alanlara ilişkili bir baskı unsuru olarak kendi mevcudiyetini sürdürmemeli.
Şimdi Lübnan' da bir şey oluyor. Bugün dünyada hiç olmamış bir şey oluyor. Dünya demeyeyim; fakat en azından bugün Türkiye'de; kimi çevirirseniz çevirin, 'Irak'ta ne oluyor, İran'da ne yapılmaya çalışılıyor, İsrail Lübnan'da ne yapıyor' değiniz zaman mutlaka bunun altında çapanoğlunun olduğunun farkında olduklarını duyarsınız. İsrail, yıllardır işgal üstünde olduğu toprakta iki askerini kaçırmasını bahane ederek, ki bu askeri meseledir, topyekün sivillere yönelik saldırıya geçti. Savaşın diliyle 'bir şey' yapmaya çalıştı. Bugün savaşın dili, hayıtınızı o kadar normalleştirilmeye çalışılıyor ki yani, 'sen bana bir şey mi yaptın, ben sana bomba atarım' diyor. Çok normal. Bunu çok normal görüyoruz. Oysa öyle değil. Her gün çocuklar ölüyor. Her gün çatışmalar oluyor. Her gün insanlar ölüyor. Askerler ölmüyor; sivil insanlar ölüyor. Askerler insan değil mi? Ama onların görevi bu. Ölmek için para alıyorlar. Buna amenna demişler ama bunun dışında bir sürü insan buna alıştırılmaya çalıştırılması yüzünden ölüyor.
Memet Ali Alabora; kıpır kıpır, hayatı sadece eğlenmekten ibaret sayan biri gibi gelebilir size. Tabii bunlar, hakkında daha önce bir bilginiz yoksa, onu ilk gördüğünüzde aklınıza gelebilecek şeyler… Ancak Alabora'yı yakından tanıyınca ve biraz da hakkında bilgi edinince hayata ne kadar ciddi baktığını görürsünüz… Neyse, elimizde çay, röportajı hangi masada gerçekleştirsek diye dolanıp duruyoruz. Sonunda, 'Boş ver, artık oturalım' deyince; 'Hele şükür' diyorum içimden. Alabora'ya, 'Kısa bir söyleşi olacak' diyorum. Ancak önümde duran soruları, kağıdın yoğunluğunu görünce kahkaha atıyor. İnsanlığı mutsuz edenlere karşı boy gösteren Alabora, röportajı da bu hava içinde yapıyor. Sorularıma cevap verirken bilmiş tavırlardan uzak olduğunu ve keyif aldığını gözlemliyorum…