|

Ali Efendi’ye güzelleme

İyiliğe nezaketin, bilgiye üslubun, imana muhabbetin, dindarlığa görgünün eşlik etmesi beklenir. Bütün bunlar, “edep” dediğimiz harç cümlesindendir.

Yeni Şafak
04:00 - 17/07/2015 Cuma
Güncelleme: 00:00 - 17/07/2015 Cuma
Diğer
illüstrasyon: cemile  ağaç yıldırım
illüstrasyon: cemile ağaç yıldırım
Ahmet Murat


Abbaszade Ali Efendi'ye ezelden hayranım ama özellikle Ramazanlarda bu hayranlığım katlanıyor. Hali vakti yerinde bir Beypazarlı olarak başladığı hayat kariyerini, unutulmaz bir nezaket dersine imza atarak zirveye taşımış kahramanlarımdan biri o. Onun yaptırdığı, Beypazarı'ndaki Abbasların Konağı'na getireceğim lafı. Yok, aslında konağa değil de, konağın hiç de en güzide sanatsal ve mimari parçası olmayan ama ruhani şıklığı emsalsiz, ahlaki bir üslup abidesi gibi duran “ihtiyaç dolabı”na.


Hadise şu: Konağın dış duvarına bitişik bir mutfak yaptıran (kahramanım, üstadım, cânım efendim!) Ali Bey, bu mutfakla sokak arasına da bir dolap yaptırır. Bu bir dönme dolaptır. Mutfak tarafından dolaba konan yemek, dünyanın en güzel turlarından birini attıktan sonra sokak tarafında bekleyen muhtaca ulaşır. Mutfaktaki gözler yemeği alanı görmez, yemeği alan insan kişisi veren el karşısında bakışlarını yere devirmez. Görünmez bir kurtarıcıya dönüşen mutfaktaki kahraman, dolabın arkasındaki mevziinde, ikram ediyor olmaktan kaynaklanabilecek nefsine düşen bir riya payını reddetmenin derinliğinde yücelir, büyür ve biz çığırtkan modernlerin ufkunu kaplayacak bir meleğe dönüşür. Alan kimse? O da müsterihtir, Allah'tan başkasına borcu yokmuş gibi hisseder kendisini. Minneti Hüda'yadır. Bu, “mutlu son”dur.


YUNUS'UN DERTLİ DOLABI

Dolaplık tarihinin en güzide bir ferdi olan, Yunus'un, Yunus'umuzun “dertli dolab”ını bilirsiniz. İnleyen, dertdaş, derviş bir dolaptır o. Dolabın su çekerken çıkardığı seslerde -ses mi dedim, tövbe! zikir demeliydim- Yunus kendi zikrine bir yoldaş bulmuştur: “Dolap niçin inilersin/ Derdim vardır inilerim/ Ben Mevla'ya aşık oldum/ Onun için inilerim.” O dolaptan sonra, bence bu dolap gelir. Yunus'un dolabı aşık bir dervişse, Ali Efendi'nin dolabı bir ahidir. Ağaçtan yontulmuş, usta ellerinde çatılmış bu güzelim dolapların meşrepteki şeyhleri da, asr-ı saadetteki “inleyen hurma kütüğü” olsa gerektir.


Bütün bunlar, geçen gün bir iftar çadırı önünde uzun ama upuzun bir oruçlu kuyruğuyla karşılaşıverince birden zihnime üşüştü. Amcalar, teyzeler, kardeşlerden oluşan, Çin Seddi kadar uzun ve acımasız bu kuyruk, iftara kalan son üç saat boyunca huzursuzca kıvranacak; teşhir ediliyormuşçasına, görenleri de tedirgin edecekti. Bu kuyrukla karşılaşınca, gayri ihtiyari kaldırımı değiştirmek istememin de bu tedirginlikle alakası olmalı.


ÜSLUP FUKARALIĞI YAŞIYORUZ

İftar çadırlarındaki iyi niyeti ve fedakarlığı sorgulamayı aklımdan bile geçirmem mümkün değil. Burada bir üslup tartışması yapmaya çalışıyorum. Çünkü bizim bugün hemen her alanda, iyi niyet, bilgi, entelektüel donanım bakımından değil üslup bakımından bir fukaralık yaşadığımızı söylemek istiyorum. Üslubu kaybetmenin bedelini camimizi, çarşımızı, şehirlerimizin karakterini, tekfircilik karşısında hassaten mukavemetli olan dilimizi ifsat etmekle ödüyoruz. Bu meseleyi kavramanın ilk yolu, Ali Efendi'nin dolabının, zekaya müstenit bir buluş, parlak bir akıl meyvesi değil, bir ruh meselesi, bir üslup meselesi olduğunu bilmektir. Ali Efendi zeki miydi, bu hiç umurumda değil ama itikadım odur ki bir ruh soylusuydu, bir ahiydi, bir fütüvvet ehli ve bir centilmendi.


O uzun kuyruğun fakire düşündürdüğü ikinci mesele de, millet olarak geride neyi bırakmak istediğimiz hususundaki önceliklerimizin değişip değişmediği sorusu oldu. Acaba bir zamanlar şu fani dünyada neyi baki kılmak istiyorduk ve acaba şimdi dünyayı baki saymakla neleri fani mertebesinde telakki ediyoruz?


BAKİ DÜNYANIN İLKELERİNİ HATIRLAMA

Mesela Karaman'a gidin, nefis kapısı İstanbul'daki Türk-İslam Eserleri Müzesi'nde sergilenen Karaman İmaret ve Aşevi'nin yapım tarihi 1451 ve hala dimdik ayakta. Köprüler, medreseler, çeşmeler, sebiller, hasılı halka hâdim bütün diğer yapılar da öyle. Bir zamanlar umuma hizmet veren bu yapıları taş ve kurşunla toprağa sabitlerken, aslında bunu fani dünyaya baki dünyanın ilkelerini hatırlatma cehdinin bir yolu olarak yapmışız. Oysa aynı dünyadan bize kalan bir tek konut bile yok. Tam da bu yüzden, bugün beton, cam ve çeliğin yardımıyla faniliğe direnişimizi gördükçe, yemek dağıttığımız bu çadırlardaki şu geçicilik hüzün veriyor. Bugün konutlarımız ne kadar muhkemse, çadırlarımız o kadar mevsimlik.


Sözün özü: İyiliğe nezaketin, bilgiye üslubun, imana muhabbetin, dindarlığa görgünün eşlik etmesi beklenir. Bütün bunlar, “edep” dediğimiz harç cümlesindendir.






#Abbaszade Ali Efendi
#Türk-İslam Eserleri Müzesi
#Abbasların Konağı
9 yıl önce