|

Asistan geldim asistan kaldım

Osmanlı sosyal hayatı üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Prof. Nurhan Atasoy, hayatını sanat ve tarihe adamış bir ilim insanı. Hocaların hocası kendini, “Bazıları ordinaryus gelir, ordinaryus gider. Bazıları da asistan gelir asistan kalır. Ben asistan kalanlardanım” şeklinde tarif ediyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 7/02/2016 Pazar
Güncelleme: 13:53 - 7/02/2016 Pazar
Yeni Şafak

Osmanlı tarihi ve Osmanlı sosyal hayatı üzerine Türkiye'nin ve dünyanın sayılı uzmanlarından birisi Nurhan Atasoy. Şimdiye kadar 150'ye yakın akademik çalışmada yer aldı, bunlardan 29'u kitaplaştı. Ülkesinin tarihine önem veren, konusunda çok sayıda profesör yetiştirmiş, sıra dışı bir yürek sahibi sanat tarihi profesörü Atasoy'un verdiği eserler herkesin yıllarca faydalanabileceği türden oldu. Bir sanat tarihçisinin sözlerinin yarısı resim olacağı için mutlaka görsele yer verilmesi gerektiğinden kitapları hep büyük oldu. Yüreğini koyarak yaptığı çalışmalarında sayısız koleksiyonlara ulaştı. Mesela 15- 18 yüzyıllarda Osmanlı kumaşlarını ele alan İpek kitabını yazarken yurtdışındaki koleksiyonlar dahil 1800 ipek kumaş buldu. Yeni eseri Matrakçı Nasuh ve Menazilnamesi için yıllarını verdi. Matrakçı ile Evliya Çelebi'nin yollarının kesiştiği menzilleri aradı, buldu, yazdı. Nurhan hocayla Matrakçı'nın menzilleri üzerinden kendi menzillerini konuştuk.



İznik, İpek, Çadırlar, Hasbahçe ve Harem'den sonra Matrakçı Nasuh Menzilnamesi hayırlı olsun hocam. Kaçıncı kitabınız?


Sanırım 29 oldu. Matrakçı'yı kitaplaştırmak gençliğimden beri hayalimdi, onu gerçekleştirdim.



Kaç yılın ürünü?


Valla ben bununla parça parça uğraştım. 1970'li yıllardan beri Matrakçı Nasuh ile haşır neşirim.



Matrakçı Nasuh nasıl bir portre?


Tam bir rönesans adamı. Leonardo da Vinci gibi çok yönlü. Yazıyor, çiziyor, savaşıyor, spor yapıyor. Çok iyi bir aritmetikçi. Osmanlı sanatında çığır açan bir entellektüel. Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn'i çok önemli bir eser. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunuyor ve minyatür tekniği bakımından da enteresan bir yazma. Ancak kullanan tarafından üzerine boya dökülmeye çok müsait bir şey. Yani bu yazmayı hem görmek istiyorsunuz hem de dokunmak istemiyorsunuz. Vicdanı olan için zor.





Arşivlerde çalışma yaparken bunlara da dikkat ediyor musunuz?


Çook. Yıldız Sarayı'nı çalışacaktım yıllar önce. Kütüphaneye gittim bana planları çıkarın dedim, çıkardılar. Kağıdı tuttum, kıtır kıtır olmuş. Açsam kırılacak. Ben bunun günahına girmem, buna dokunmam dedim, bıraktım. Açmadım, çalışmamdan da vazgeçtim. Bir kanservatör gelir, onu kutuya koyar ve rutubet odasına alır, yumuşatır. Onun bir usülü vardır. Sonrasında öyle bir çalışma yapıldı galiba.



Kitapta ya da doğru ifadeyle kitaplarda neler var? Çünkü üç kitap bir arada olmuş.


Matrakçı'nın hayatını bilmiyoruz onu yazdım, Nasuh'un başka eserleri, Menazilname, menzillerin listesi... Bunları tek tek aldım, Evliya Çelebi Matrakçı'nın çizdiği yerlerle ilgili ne anlatmış onu da koydum kitaba.



Menazilname'nin içinde o kadar bilgi yüklü ki. Bundan çok çeşitli alanlarda faydalanılması mümkün. Bunun için de çok iyi bir tıpkı basımı yapılmalıydı onu yaptık. Bir de Menazilname'nin Türkçesi'ni hazırladık. Dolayısıyla üç kitap bir arada oldu.



Siz daha önce Menazilname'den yararlanmış mıydınız?


Ben bu eseri çok kullandım. İbrahim Paşa Sarayı'nı çalışırken, İstanbul çiziminde yer alan küçücük bir görüntüden binanın ana yapısını öğrendim.



Bahçeleri çalışırken bitkilerin detaylarına baktım. Lale var, karanfil var. Bundan önceki minyatürlerde çiçek var ama o çiçeğin adını söylemek mümkün değil. Nasuh'un çizimleri naturalist, tanıyabiliyorsunuz. (İstanbul çizimini gösteriyor) Bak, kiraz ağaçları, elma ağaçları, nar ağaçları... Burada kağıthane deresi, Eyüp Camii... Hemen yanında bir bahçe var, bundan kimse bahsetmiyor. Şurada bir köşk var. Bana göre bu Ebussuud Efendi'nin köşkü. Çünkü çiçek ve bahçeyi çok sevdiğini ve bir bahçesi olduğunu biliyoruz. Çizimdeki köşkün de çiçekli bir bahçesi var. Şurada tersaneler, burası Kadırga Limanı...



Belki yüzlerce kez incelediğiniz çizimleri gösterirken çok heyecanlanıyorsunuz. Bu heyecanı hep taşıdınız mı?


Ben bu heyecanı öğrenciliğimden beri yaşadım, yaşıyorum. Bazıları ordinaryus gelir, ordinaryus kalır. Bazıları asistan gelir asistan kalır. Ben asistan kalanlardanım. Kendimi öyle tarif ediyorum. Çünkü öyle baş köşeye kurulmaktan hoşlanmam. Tabureye otururum filan. Bir toplantıda kapı tarafında bir yere oturmuştum. Bir bey geldi. Uzun boylu, zarif bir adam. Etrafına bakındı, bir tanıdık yok, buyur eden de yok. Baktım ayakta kaldı. “Bizim masaya oturmak ister miydiniz?" deyip davet ettim. Meğer adam rektörmüş. Ben, kimse karşılamadı, ayakta kaldı yazık diye acıyıp çağırdım. “Ooo sen nasıl rektörü masana davet ettin?" Bunu anlatmam mümkün değil, hiç kimse inanmıyor. Böyle çok saflıklar yaptım. İşte kraliçesinden tut hepsine...



PRENS CHARLES AĞZIMIN İÇİNE DÜŞTÜ


İran şahıyla bir hikayeniz vardı sanırım...


Yılını hatırlamıyorum, İran'a kongreye gitmiştik. Şah bize bir resepsiyon verdi. Davete gittik. İnanılmaz büyük bir salon. Almanya, Danimarka, Hollanda, bütün ülkelerin delegeleri orada. O zamanlar doçentim. Grubumuzda Ankara ağırlıklı büyük hocalar ve çok iyi Farsça bilenler vardı. Şah geldi. Nazik fakat mesafeli. Sırayla el sıktı, kuyruğun ucunda da ben duruyorum. Bütün gruplar reveranslar yapıyor. Sıra bana geldiğinde elimi sıktı. "How do you do?" dedim. Sanki gelen Ahmet Bey ya da Mr. Brown. Onun söylenmeyeceğini bilmiyor değilim ama ağzımdan çıktı bir kere. Adam durdu. “Hangi üniversitedensiniz, ne çalışıyorsunuz?" Başladı benimle konuşmaya. Bütün grup bakıyor. “Nasıl, niçin durdu da onunla konuştu?"



Adam zeki. Kimin geleceği var anladı.


Bir türlü kabullenemiyorlar. Ama kimseye söylemedim "How do you do" dediğimi. O laf durdurdu adamı aslında. Gece bir arkadaşımla aynı odayı paylaşıyoruz. “Biliyor musun" dedim “ne için durdu şah? Ben ona 'How do you do' dedim." Arkadaşım gülmekten yataktan düştü, yerlere yattı.



Prensler de vardı galiba?


Prens Charles ile çok ahbaplığım oldu. Britanya'ya gittiğimizde bizi heyet halinde yemeğe davet etmişlerdi. Beni Charles'ın sağına oturtmuşlardı. Ev sahibinin sağı en itibarlı kişi için ayrılır. Ne için oturttular bilmiyorum. Adam bütün gece benimle konuştu. Başka hiç kimseyle konuşmadı. Çünkü adamın merakları var ve meraklarının karşılığını oradakilerden hiçbirinde bulamayacak. Çok geziyor. Anadolu'ya da gizlice gelip gezmiş. Mimariye meraklı. Herşeyi soruyor, ben de anlatıyorum. O sıralarda İpek kitabı için Romanya ve Ukrayna'ya gitmiştim. Trenle seyahat ettim. Müthiş maceralar yaşadım. Sovyetler yeni dağılmış. Hiçbir otorite kalmamış. Açlık, perişanlık dolayısıyla suçlar çoğalmış. Bükreş'teki elçiliğimize gittim. Çok tehlikeli olduğunu, kesinlikle gitmemem gerektiğini söylediler. Bükreş'te yaşayan Romanyalı yaşlı bir müzeci arkadaşım var.



Yabancı arkadaşlarınız genellikle müzeciler mi oluyor?


Tabi hep onları buluyorum. Sınıra kadar bizi götürebileceğini söyledi ve evine yemeğe davet etti. Eve giderken bir kilo kristal şeker buldu. O kadar sevindi ki. Torunlarına verecekmiş. Tren yolculuğu için yemeklik bir şeyler aradık fakat doğru düzgün hiç bir şey bulamadık. Ben Türkiye'den çıkarken her zaman içini bisküvilerle doldurduğum bir çanta hazırlıyorum. Bir öğünde ne kadar yerim onun da hesabını yapıyorum. Bizi yemeğe davet eden arkadaşım bir gün kaldığımız yere geldi. Yemek çantamızda taşıdığımız atıştırmalık şeylere "Of, ne biçim bir ziyafet" dedi. O kadar zavallılar. Tren gece 2'de kalkıyor. Gündüz manastırları gezmek istedim. Mühendis olan bir arkadaşının kötü bir arabası vardı, onunla manastırları gezdik. Türk kumaşların izini sürüyorum. Bir kadınlar manastırında camı kırılmış koskocaman çerçeve içinde bir Türk kumaşı gördüm. Heyecanlandım. Onun değişik renkte olanı padişah kaftanları içinde mevcut. Demek ki hediye olarak, aynı kumaştan yollanabiliyor. Bu bilgiyi de orada öğrendim.



Türk kumaşları Avrupa'ya çok mu gitmiş?


Çook. Avrupa'da gitmediğim ülke kalmadı. Çadır ve kumaşı her yerde gördüm. Ondan sonra bilet aldık trenle gideceğiz. Gecenin 2'si. İstasyon binası hariç hiçbir ışık yok. Zifiri karanlık. Bineceğimiz konpartımanı zor bulduk. Güya yataklıydı. Odamızda beş parası olmayan, İtalya'ya gitmek için bir maceraya atılan iki gençle karşılaştık. Kondüktör ile bir ton kavgamız oldu. Para istedi vermedik, valizlere bakmak için dışarı çıkmamızı istedi, çıkmadık. Rusya'ya da geçeceğimiz için üzerimizde yüklü para vardı, deklare etmedik. Derken gideceğimiz yere vardık. Otel pislik içinde, tuvalet leş gibi. 14 saat dışarı çıkmadan kendimi tuttum.



Bütün bunları prense mi anlatıyorsunuz?


Evet, adam ağzımın içine düştü. Onun için de inanılmaz bir şey tabi. Böyle samimi ve açık bir şekilde kim anlatabilir yaşadıklarını. Sonra, “Nurhan ne anlattıysa Prens Charles ondan başka kimseyi dinlemiyor" filan dediler.



İŞİNE AŞIK OLDU HİÇ EVLENMEDİ


Matrakçı'nın menzillerini gösteren bir harita hazırlamışsınız kitabınızda. Sizin de menzilleriniz var. Seferler yapıyorsunuz. Çadırın izinde, kumaşın izinde, Matrakçı'nın izinde... Bunları yazmayı düşünmüyor musunuz?



Düşünüyorum ve bütün komikliklerle, içine düştüğüm saflık hallerimle yazmayı istiyorum. Kızımın yazmasını istiyorum aslında ama o bu şekilde her şeyi anlatmaz.



Kızınız?


Gül İrepoğlu. Ablamın kızı. O da sanat tarihçisi ve yazar. Roman yazıyor ve çok güzel yazıyor. Ama güzel yazmaktan öte benim istediğimi yazsın diye onunla pazarlık edeceğim.



Siz hiç evlenmediniz değil mi?


Hayır, evlenmedim. Ablamın çocuklarını kendi çocuklarım belledim ve onları çok sevdim. Eğer onlar olmasaydı belki çocuk doğurmak için evlenebilirdim. Bir de kendime baktım. Çalışabilmek için özgür olmak istedim hep. Eğer evlenirsem ya kendim mutsuz olacaktım, ya da bir başkasını mutsuz edecektim. Bu yüzden evlenmedim.



İşinize aşık oldunuz. İşinizle evlendiniz...


Öyle oldu. Yaptığım işi çok sevdim. Bu yaşıma rağmen rahat durmam. Çağrılan yere mutlaka gitmek isterim. Şimdi Abudabi'ye, Amerika'da Ağahan Müzesi'ne, Kanada'ya konferanslar vermeye gideceğim. Ama bazen değer mi diye düşündüğüm de oluyor. Artık vaktimi çok iyi kullanmak düşüncesi hakim oldu bana.



MATRAKÇI ÇİZMİŞ, ÇELEBİ ANLATMIŞ


Kitapta Matrakçı Nasuh'u Evliya Çelebi ile karşılaştırmışsınız. Verdikleri bilgiler örtüşüyor mu?


Selçuklu ve Osmanlı döneminde kervan yolu ve yol üzerinde kervansaraylar vardı. Matrakçı da Evliya Çelebi de aynı yollardan gitti, aynı menzilde konakladı, aynı yerleri ziyaret etti. İkisinin gittiği yerleri tespit ettirdim ve Matrakçı ne çizmiş, Evliya Çelebi ne anlatmış ona baktım. Tam örtüşüyor. Mesela Çelebi Sivas'ı anlatıyor. İç içe kalesi vardır, evlerin damları kiremitle örtülüdür filan diyor. Matrakçı'nın çizimlerine bakıyorum, aynı. Damların üzerini kırmızı çizmiş. Çatı düzse, düz çizmiş. Sonra duvarları anlatıyor. Beyaz taştandı, sütunları yer yer yıkılmıştı diyor. Matrakçı'nın çizimine bakıyorsunuz tıpa tıp aynı. İnanılır gibi değil. Daha önce bunun üzerine bir makale yazmıştım. İspanya'da konferansımda da anlattım. İspanyolların heyecanlarını görecektiniz.



Makamların isimlerini yazıyor ama değil mi?





Yazıyor ama bunların bir kısmının süslemelerinde onun hayalinin rol oynadığını sanıyorum. Yani bir de onu ayırmak, ayırabilmek lazım. Çünkü her şeyi orada çizmesi mümkün değil. Bir kroki filan çizdi herhalde. Detaylarını da İstanbul'da yaptı.



Matrakçı resmi çizerken nasıl bir mantık yürütüyor? Bir mantığı var mı?


(İstanbul minyatüründeki Topkapı Sarayı'nı gösteriyor.) Bakın bunu en iyi buradan anlarız. Topkapı Sarayı'nın üç avlusu ard ardadır. Matrakçı ikinci avluyla üçüncü avluyu yana koymuş çünkü yer kalmamış. Yer kalmayınca istediği gibi çeviriyor. Buradan onun mantığını çözdüm. Bazen daha iyi anlatabilmek için perspektifi bozuyor. Çünkü perspektifli yapsa bütün bu çiçeklerin hepsini gösteremeyecek. Buna modern resim gibi bakmak lazım. Picasso'nun resimleri gibi yani. Picasso gözü yanakta çizmiş.



Çizimlerde tanımadığınız ya da sizi şaşırtan şeyler var mı?


Olmaz mı? Bak burası bir bir in önü, yani mağara. Ben ilk defa böyle bir şey gördüm. O devir savaşlarını anlatan bir tarih okuyup ne kadar örtüştüğüne bakmak lazım. Mesela Van gölü ve Akdamar Kilisesi. Hiçbir Bizansçı buna bakmıyor.



Halbuki ne kadar güzel çizmiş. Görmediler mi şimdiye kadar?


Hayır, fark etmediler. Detaylı şekilde incelemediler çünkü. Ben bütün çizimlerin detaylarını çalıştım. Bahçeleri, çiçekleri, av hayvanlarını, kuşları, balıkları hepsini ayrı ayrı çektirdim. Tekrar büyüttüm.



Zoologlardan botanikçilerden yardım aldınız mı?


Kuşları, hayvanları çok güzel çizmiş. Sanki kuş ressamı. Bir bakışta hepsini tanıyorsunuz zaten ama çalışırken zoologlardan yardım aldım. Ama botanikçilerden pek memnun değilim. Birbirini tutmaz şeyler söylediler. Botanik kısmı eksik kaldı. Halbuki gördüğünüz gibi Matrakçı ağaçların ve çiçeklerin bütün evrelerini göstermiş. Bunlar bilmeden, bilinçsiz bir şekilde çizilebilir mi? Bu yüzden adama ihanet etmemek lazım. Ne göstermişse onu yazmak lazım.





Halep'i de mükemmel çizmiş. Günümüzdeki hali çok üzüyor mu sizi?


Anlatamam. 5- 6 defa gittim oraya. Çok seviyorum. Günümüzde yapılanları görünce içim yanıyor. Haberlerde geçince de bakamıyorum.



Bu arada kitabın baskısı mükemmel olmuş.


Diğer yapılan işlerle yan yana koyunca daha iyi anlaşılıyor. Mas Matbaası'nın büyük emeği var. Çok zaman harcadılar ve bundan da bir ücret talep etmediler sağolsunlar. Tasarımcım da inanılmaz bir iş çıkardı. Bence çok büyük bir hizmet oldu. Kitap için kurşun döktüreceğim, nazar değmesin diye.



FOTOĞRAF MAKİNESİ İÇİN DAİRE SATTIM


Biriktirip de kitaplaştırmadığınız konular var mı?


Heybemde konu çok. Bahçe köşklerini topladım mesela. Avrupalılar bu bahçe köşklerini bizden almışlar, adına da “kiosk" demişler. Osmanlı'da çok çeşitli boyutlarda ve türde köşk yapılmış. Tek kişinin oturacağı kadar minicik olanı da var, çok büyük saray boyutunda olanı da var. Avrupalılar da almışlar benzerlerini yapmışlar. Hollanda'da nehir kenarında bizim köşklere benzer köşkler var. Bütün Avrupa'da Türk odaları var. 19. yüzyılda Türk odası yapmak saraylarda moda olmuş. 10 tane kadar buldum resimlerini çektim. Onlarla ilgili bir kitap yapmaya niyetleniyorum ama bu yaşta zor olacak. Genç birisi var. Ona yalvardım çalış diye ama olmadı.



Öğrencilerinizden yönlendirdikleriniz oluyor mu?


Oluyor ama benim kadar kendini paralayacak adam bulmak zor. Sonra bu işler için para da bulmak lazım. Ben buluyordum ama zor işler. Türk odaları için TİKA desteklemek istedi. Gittiğim yerlerde gezebilmek için şoförlü araç ve yanıma bir memur istedim. Her şeye peki dediler ama bende hal yok.





Başından beri yaptığınız işten hep keyif alarak mı çalıştınız?


Eskiden sürekli Topkapı Sarayı'na gidiyordum. Annem, kızım ben seni saraylar için mi büyüttüm derdi. Neyi çalışıyorsam kendimi tamamen ona veririm. Onunla uyur, onunla kalkarım.



Fotoğraf makinesi almak için evinizi sattığınız doğru mu?


Sanat tarihçisi demek, kendi fotoğrafını kendi çeken insan demektir. Asistandım. Babam Bostancı'daki köşkü müteahhide verdi. Arsaya bir blok yapıldı. Biz dört kardeştik. Babam ölmeden hakkımıza düşen daireleri paylaştırdı. Hepimize 3'er daire düştü. Ben kiraya verdim. O sırada Yadigâr-ı İstanbul kitabı için Abdülhamid arşivlerinden fotoğraf çekiyordum. Müthiş bir koleksiyon, beni fena halde cezbetti. Makinelerim ve karanlık odam vardı ama daha kaliteli makine almak istedim. Dairenin birini sattım. Babama da hiç söylemedim. Bir de baktım para bitti. Babam duyacak diye ödüm patlıyor. Sonunda durumu çaktı ama iş işten geçmişti. Bir daire öyle gitti.



Tabii o makinelerle bol bol fotoğraf çektiniz...


İpek kitabını yaparken ekip olarak çalıştık fakat bütün malzemenin çalışmasını ben yaptım. Arkadaşların da katkısı oldu ama aşağı yukarı 2000 kadar fotoğraf çekmişim. 20 ülke, 70 müze, manastır koleksiyon gezmişim. Gezmişim diyorum çünkü bunları aklımda tutamıyorum. Her bir eser için kutular halinde düzenlediğim ayrı bir form hazırlardım. Orada ne inceleyeceksem hepsi liste halinde yazılıydı. Her kutunun içine de unutmayayım diye o bilgiyi dolduruyordum. Gittiğim tarih, müzenin adı, envanter numaraları hepsini yazıyordum. Kitabı bitirdikten sonra kaç ülkeye gittiğimi, kaç koleksiyon gördüğümü merak ettim. O notlarımdan bu rakamlar ortaya çıktı.





AVRUPA BİZDEN ÇOK ŞEY ALDI


Bir de hamam müzesi açtınız...


19. yüzyılda Avrupalılar temizlik ve sağlık için Türk hamamını benimsiyorlar. Her tarafta Türk hamamı açılıyor. İngiltere, Almanya, Fransa'da çok yaygınlaşıyor. Türkler salgın hastalığından böyle kurutuluyor deyip halk sağlığı için çok önemli görüyorlar.



Öncesinde zaten yıkanmayı bilmiyorlardı...


Sinan Paşa'nın esiri olan bir İspanyol'un hatıratı var. Biz iki kere yıkanıyorduk diyor. Bir vaftiz olduğumuz zaman bir de öldüğümüz zaman. Bunlar hiç durmadan yıkanıyorlar diye yazıyor. Türkiye'ye gelen yabancılar Türk hamamıyla tanışıyorlar ve hamama gidiyorlar. Onların anlattıkları var. Gittik, çok yorgunduk, şöyleydik, böyleydik, sanki yeniden doğmuş gibi olduk, bütün yorgunluğumuz gitti filan gibi. Ben bu hamamla gençliğimden beri ilgilendim. Çünkü Edebiyat Fakültesi'ndeki odamın hemen karşısında. Odamın penceresinden gördüğüm yer. Bu pencereden iki şey görüyordum...



Bayezid Hamamı ve dedeniz Hasan Paşa'nın medresesi...


Evet, yan yanalar. Hamamın perişanlığını görünce içim acıyordu. Rektörlükte sordum soruşturdum. Dediler ki yarısı bizim, yarısı vakıfların. Yıkanma mahli vakıflarındı. Orası bütün kaçakçıların yeri olmuştu. Kubbeyi delmişler, içerisini kaçak sigaralarla doldurmuşlardı. Baktıkça canım sıkılıyordu, üzülüyordum. Bir gün fotoğraf makinemi aldım, yığıntılar üstünden kubbelere çıkıp fotoğraflarını çektim ve bir de yazı yazdım. Beni diğer meslekdaşlarımdan ayıran şey budur. Korkmadan yazar, altına imzamı atar, rapor edip gönderirim. Burnumu sokarım. Burada da öyle oldu. İki başlı olduğu için bu hamam elden gidiyor dedim. Ekteki fotoğraflarla vakıflara başvurun, onlara ait kısmı da bize versinler ve biz bu hamamı ihya edelim. Böyle bir teşebbüsüm oldu.





Bu başvurularınız değerlendirilip size dönülür müydü?


Hayır bütün bu başvurularıma cevap gelmez ama kendi raporları gibi kullanırlardı. Ben bunu da tabii karşılıyor, göze alıyor, hiç aldırış etmiyorum. Çünkü bütün bunları kendim için yapmıyorum. Ben doçentken hamam alındı. Aradan uzun yıllar geçti, 2010 çerçevesinde restore edilmesine karar verildi. Beni de danışman olarak aldılar, başından beri ilgiliyim çünkü. Anıtlara gidip geliyor, yıllar geçiyor. Ben hep devredeyim. Yeni bir rektör geldi. Yunus Söylet, harika bir insan. Kızım Gül İrepoğlu'nun sınıf arkadaşı. Küçücüktü, büyüdü, doktor, profesör ve rektör oldu. Nurhan teyzesine, burayı ne yapalım diye sordu. Bu kadar uğraşmışım benim fikrim var dedim. Ön büyük kubbeli mekanı sergi salonu yapacağız, arka kısmını da hiç mimarisini bozmadan Türk hamam kültürünü tanıtan bir müze haline getireceğiz. Çünkü orayı bıraksan, hiç kullanmasan bozulur gider. Kullansan, ofis olacak şekilde yapsan mimariyi bozacaksın. 15. yüzyıldan şahane mimarisi olan çok güzel bir hamam. Bunu bozmak çok günah. Ön taraftaki kubbeli mekanları da bu şekilde canlı tutmuş oluruz. Kararlar alındı ve yapıldı.



İçinde sergilenen eşyalar nasıl sağlandı?


Hamam müzesi deyince içine eşya koymak lazım tabi. Rektörlük para ayırsa bile alım süreci uzun sürer. Bağış toplarım dedim. Kimin elinde ne var aşağı yukarı biliyorum. Sende takunya vardı, sende peştemal, sende bakır, sende şu bu derken topladım. Hepsi bağış. Tabi ben hatırımı kullandım. Zengin değilim ama başka türlü zenginliğim var.



Tanıtımını yaptınız mı?


Yapamadık. İletişim fakültesi bunu yapar dedim, onlara güvendik. Hiçbir yerlerini kımıldatmadılar. Çok sinirlendim ama zamanını kaçırdım yoksa ben yapardım onu da. Açıldıktan sonra artık zor ama yeri iyi olduğu için çok ziyaretçisi var.





Hamam Müzesi'nde Avrupa'da açılan Türk hamamlarının resimlerini de sergilemişsiniz....



Evet, gelen yabancılara bizden aldıklarını göstermek için.



Yorulmadınız mı artık?


Yaşlandım tabi ama hep bir şeyler yapmak istiyorum. Çocuklara vasiyetim var. Ben ölünce tabutumun üstüne Türk bayrağı koyun diyorum çünkü ben ülkemi çok seviyorum ve milliyetçiyim. Bütün yaptığım işleri Türk milletine hizmet diye yapıyorum. Türkiye'yi sevdirmek için Türkiye'yi tanıtmak lazım. Tanımadan bir şeyi sevemezsiniz. Tanıtım için herkes kendi alanında yaptığı işi en iyi şekilde, bu vatana faydalı olacak şekilde yapmalı. Ben parti, grup hiç anlamam. Çöpçüsünden profesörüne her vatandaş görevini en iyi şekilde yapmalı. Büyük küçük iş yoktur. Ben sanat tarihi alanında ne yapabilirim, bu kültüre, ülkeme nasıl hizmet edebilirim ona bakarım. Herkes böyle baksa bir şeyler kımıldar.



#Nurhan Atasoy
#sanat tarihi
#osmanlı
8 yıl önce