Şair Arif Dülger 15 yıla yakın zaman içinde Makedonya, Bulgaristan, Kosova, Azerbeycan, Almanya, İran ve Tataristan'ı gezdi. Bazen bir Yahya Kemal mısrası bazen de eski hatıraların eşlik ettiği bu yolculuğu “Günlerin İçinden - Bir Şairin Seyahat Notları” adıyla kitaplaştırdı. Dülger ile ziyaret ettiği Osmanlı mirasını ve şehirlerin kültür sanat ilgisini konuştuk.
Yaklaşık 35 yıldır, fâsılalarla da olsa günlük tutuyorum. 'Gözleri henüz açılmamış bir sığırcık yavrusu' mesabesindeki toy bir delikanlının güngörmüş-geçirmiş, acılarla, ayrılıklarla pişmiş, sınanmış bir kul'a dönüşümünün de bir serüvenidir adeta bu günlüklerde aldığım notlar. 'Günlerin İçinden' bu zamanlara dayanmaktadır.
Bir ülkenin zenginliği nasıl ki güçlü ve özgün sanatçılarının çok olmasıyla orantılıysa, güçlü sanatçıların eserlerinin gücü de yaşadığı toprakların, ülkenin devinimleri ve hayat olgusunun gücü ile doğru orantılıdır. Bir yazar, şair ya da sanatçının ülkesi ve yaşadığı topraklarla bağı koparılırsa, o sanatçının nefes alma şansı azalır. Bu yüzdendir ki, yaşadığı ülkeden bir sebeple uzakta kalma durumunda kalan sanatçıların eğer bu bağı zedelenmemişse, gurbette de olsa canlı ve güçlü eserler vermesine engel olamazsınız. Bir ülke tarihiyle, geçmiş müktesebatıyla, hukukuyla büyükse o ülkenin sanatçısı da büyük olur, güçlü olur.
Hiç hissedilmez mi? Özellikle Makedonya Üsküp'ünde Osmanlı gerek toplumsal hayatı kuşatan âdetlerde, gerek ibadet ve giyim tarzında yaşatılıyor dense yanlış olmaz. Oradan göç eden bazı insanların göç etme kararlarının altında 'burada kalırsak çocuklarımız gâvur olur' biçimindeki gerekçe yatar. Osmanlı bir üst kimliktir aslında. Ama Müslüman ahalinin varlık ve yaşama sebebidir aynı zamanda. Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında gezindiğinizde görürsünüz ki çok insan, olumlu mânâda, 'Ah o Osmanlı nerede?' serzenişinde bulunmakta ve Türkiye'den gidenlere hürmet etmektedirler. Onlar da farkındadır ki Türkiye güçlü ve ayakta olursa, kendileri daha güvende olacaklardır. Osmanlının adaletini özlüyor insanlar.
Azerbaycan ve İran'da özellikle ilgi alanım olan şiire karşı ilginin çok yoğun olduğunu gözlemledim. İranlılar şiir okumaya bayılıyor ve hemencecik önemli şairlerden gazeller okuyabiliyorlar. Hoş, ülkemizde de Şanlıurfa'da 'Sıra Geceleri' olarak tesmiye edilen meclislerinde benzer manzarayı görmek mümkün ama andığımız iki ülkede alt yapı olarak, imkân sunma olarak da sanatçılar devlet tarafından açıkça destekleniyor. Felsefeye ilgi çok yaygın. Biraz uygun ortam bulan sanatçının da eser vermesi kolaylaşıyor, iltifat görüyor sanatçı yâni. Müzeler konusunda elbette Batı dünyasının islâm dünyasına göre daha ilerde ve profesyonel olduğunu görebiliyorsunuz seyahatleriniz esnasında.
Ayrıcalık insanın nefsine hoş gelir. Ülkemizde şair kafilesinin VİP imkânlarından yararlanması hayra alâmet mi, değil mi bilemiyorum. Şairliğin iktidar nimetleriyle kesiştiği noktada şiiri bulamayacağımızı düşünenlerdenim.
Bu seyahatler esnasında ilk defa göreceğim, ama varlıklarından küçüklüğümden beri haberdar olduğum, zaman zaman mektuplaştığım Şerife Halam, benim Bulgaristan'a geleceğimi Bursa'daki halamlardan öğrenmişler. Buluştuk. Yılların hasret ve gurbeti, birkaç kelimenin ardına sığınıyor. Yıllardır zulüm altında yaşamış insanlardan olan yakınlarımı sağ-sâlim, dünya gözüyle gördüm. Evlâd-ı fâtihan torunlarına daha sonra, mecburen veda ettik. Gözlerim arkada kaldı. O an bulunduğumuz yere göre, ters bir yönde kalmıştı çünkü. Dedemin mezarını ziyaret ederken mezarlıkların, isimlerin kültürel kimliğin oluşmasında ve korunmasında ne denli önemli olduğunu gördük. Babamın öz babası dedem, Halil İbrahimov 1987'de vefat etmiş mezar taşındaki tarihe göre. Benim için bu ziyaret, tam bir sıla-i rahim oldu.
İslâm İnkılâbı'nın ruhumuzu coşturduğu yılların üzerinden bugüne, tam 38 yıl geçmiş. O zamanlar, dünyadaki tüm islâmi hareketlere ilgi duyan, kulak kabartan 16-17 yaşlarında bir gençtim. 1980 askerî darbesinin olgunlaştırıldığı anarşi ve terör yılları nda bize umut olan, İmam Humeyni'nin “Ne Şii, ne Sünni: sadece İslâm” diyerek yaktığı ışıktı. Bu islami hareket daha sonrasında çoğu kişiyi hayal kırıklığına uğratıp Müslüman dünyadan uzaklaştı. Gelinen nokta maalesef üzücü ve umutsuz olsa da ben burada gezerken, kendi payıma, devrim günlerindeki heyecanı yaşadım, attığım her adımda.
Gurbetteki insanımızın samimiyeti, Balkan insanının çalışkanlığı, Cihan pehlivanı Koca Yusuf'un diyarı Deli Orman bölgesinin yeşilliği, Avrupalının prensiplere riayeti, trenlerinin dakika sekmeden hareket etmeleri, Bakü'nün devamlı esen rüzgârı, Almanya'da merhum babamın çalıştığı yılların havasını solumak ve onu orada anmak, yıllar sonra halamı ve ninemi Bulgaristan'da bulmak, dedemin mezarını ziyaret etmek benim unutamayacağım anlarımdır.
Aslan payı doğup büyüdüğümüz yerin belki ama ben de daha çok atalarımın zorla koparılıp sürgün edildiği Balkan coğrafyası, kanla harmanlanan, acı ile büyütülen, rüyaları süsleyen yerler beni ve şiirimi daha çok etkilemiştir. Bir evlâd-ı fâtihan olarak görülmeyi hep arzu etmişimdir. Hoş, hakkımdaki birkaç değerlendirmede buna da işaret edilmiştir. Babam Bulgaristan'dan ninem tarafından kundakta Türkiye'ye getiriliyor. Mübadele ile değil tabii kaçak-göçek yollarla. Sanki oralarda doğup büyümüşüm gibi geliyor bana. Kaybedilmiş bir vatanın ne demek olduğunu, vatansız kalmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Bu yüzden, zulmen muhacerete zorlanmış günümüz insanlarını, Müslümanlarını, Suriyeli kardeşlerimizi anlama yönünde empati yapmak bana hiç zor gelmiyor.