Suriye Savaşı sonrası yaşanan göç dalgasından etkilenerek mültecilerin umut yolculuğuna ortak olan gazeteci- yazar Ayşe Böhürler, “Avrupa’nın Mültecilerle İmtihanı” adlı bir belgesele imza attı. Yaklaşık bir yıl boyunca Bodrum’dan başlayarak sırasıyla Yunanistan Kos adası, İdomeni Mülteci Kampı, Makedonya ve Sırbistan sınırları ile Avrupa’nın içlerine doğru yolculuğa çıkan Böhürler, mültecilerin Avrupa’da hayata nasıl tutunduklarını gözler önüne seriyor. Avrupa’da yükselen İslam düşmanlığının mülteciler üzerinden nasıl ortaya çıktığını inceleyen Böhürler, belgeselin ardından kaleme aldığı “Mülteci Parfümü” ile bu yolculuğunu bir de okurla paylaştı.
Suriye savaşı sonrası ortaya çıkan göç dalgası, bu belgeseli çekmemde etkili oldu. Onlar ölüm riskini göze alarak zorlu yolculuklara çıkıyorlar. Birçoğu kaçak yollarla göç ettiği için denizde boğularak ölüyor. Avrupa tüm bunların karşısında kapılarını mültecilere kapattı. İslamofobi üzerinden yeni bir Avrupa ortaya çıkacak. Ben bunun mülteciler üzerinden nasıl ortaya çıkacağını bu belgesel ile göstermek istedim.
Çalışmalarımız yaklaşık bir yıl sürdü. Gittiğimiz bir ülkeye 2-3 kez daha gittik. Belgeselin Almanya bölümü olan 3. bölümün kurgusunu henüz tamamlamadık.
Kos’ta büyük bir sefaletle karşılaştık. Suriyelilerin dışında Afganlı, Iraklı, Pakistanlı mültecilerin dramına tanıklık ettik. Aslında asıl zor durumda olan onlar. Çünkü Avrupa, Suriyelilerin gerekçesini kabul ederken onlar yıllarca sınırda bekletilebiliyor. Bir de Suriyeli mülteciler daha eğitimli ve meslek sahibi oldukları için Avrupa’nın işine yarıyor. Kıyılarda ise bir insan pazarlığı söz konusu. İnsan kaçakcılığıyla yapılan pazarlıklarda kişi başı 2 bin dolara bir mülteci yırtık ve bozuk botlara bindiriliyor. Küçük konserve kutularında ısıttıkları sularla yıkanıyorlardı. Kamplarda en çok berberler çalışıyordu. Sınırdan geçmek için adamlar traş oluyor kadınlar ise bakımlı görünmeye çalışıyordu.
Hayır, onlar zaten bir hedefe odaklanmıştı. Bizi fark etmediler bile diyebilirim. Onların arasına karıştık. Onlarla yedik, içtik. Kendimizi onlardan biri gibi hissettik.
Kamplarda Müslüman grupları çok fazla görmüyoruz. Makedonya’da “Merhamet” adlı Müslüman Arnavutların kurduğu bir dernek vardı. Yine burada Kemal'in çalışmaları çok etkileyiciydi. Kemal, Bosna Savaşı’na tanık olmuş birisi. Kendisini buralara çeken bir şeylerin olduğunu söylemişti. Sanki onların bir parfümü var demişti. Yardımseverliğin bir çekiciliği var ve ihtiyaçseverlerin de bir aurası var aslında. Bu bize insanlığımızı hatırlatıyor ve bu şeyin de bir parfüm çekiciliği var. Kitabımızın adını da bu nedenle “Mülteci Parfümü” yaptık.
Avrupa’ya gittiklerinde hayatları düzene giriyor. Mülteciler kültürel uyumu kabul eder ve kendi kimliklerinden vazgeçerlerse güvenli bir gelecek bekliyor onları. Avrupa’ya gittiklerinde bir hiçler. Mesleklerinin hiç önemi yok. Burada hayata sıfırdan başlıyorlar.
Danimarka, mülteciler sınırdan girdiği anda onların altınlarını topluyor. Hollanda’da ise mültecilere en büyük tepkiyi yine göçle gelen insanlar veriyor. Kendilerine gelecek sosyal yardımın azalacağını düşünüyorlar. Avusturya mültecilere çok merhametsiz yaklaşıyor. Sırbistan’da mülteciler insan yerine dahi konmuyor. Yunanlılar da diğer ülkelerin yanında oldukça merhametli kalıyor.
Biz gittiğimizde okuma- yazma safhasındaydılar. Ondan sonraki dönemde iş eğitimlerinden geçiyorlar ama doğal olarak hizmet sektöründe kullanılacaklardır. Avrupalı işverenlerin onları çok da tercih etmediği söyleniyordu. Doktor ve öğretmen gibi mesleklere sahip olanlara ise entegrasyon eğitimi veriyorlar. Biz bir yıl sonra onların neler yaptıklarını görmek için aynı yerlere yeniden gitmek istiyoruz.
Ben gerek belgeselde gerekse kitabımda dram ve trajik hikayeler anlatmıyorum. Olayın kendisi son derece trajik zaten. İşin Avrupa boyutunu da anlatarak tarihe ve geleceğe bir iz düşmek istedim. Bizim yaptığımız çalışma bir tür tanıklık.
- VATANSIZLIĞIN NE DEMEK OLDUĞUNU ANLADIM
- * Bu yolculuk hayata bakış açınızı değiştirdi mi?
- Evet, merhamet ve empati duygularımı arttırdı. Haberlerden izlerken Avrupa’ya daha çok öfke duyardım. Aşırı refahın insanlardan oluşturduğu egoizmi gördüm.Bu, duygularınıza ket vuran bir şey. Ülkelerin kaderleriyle insanların kaderlerinin ne derece örtüştüğünü fark ettim. Avrupa size ne kadar çok para verse de her zaman sığınmacısınız. Bu yolculuk sırasında devletsiz kalmanın ne demek olduğunu anladım ve ülkemize her zamankinden daha fazla sahip çıkmamız gerektiğini hissettim. Bir de insanlığımızla gurur duydum.
Türkiye’de bir mülteci sistemi yok. Göç ve uyum bakanlığı kurup bu konuda yasalar çıkarmalıyız. Şu an karışık ve dağınık çalışıyoruz. Belediyeler, STK’lar AFAD, Kızılay ve birlikler çok iyi çalışıyor ama ortak bir plan programımız yok. Bütçelerimizi doğru bir şekilde kullanmalıyız.
Türkiye kapılarını mültecilere açarken maliyet hesapları yapmadı hiçbir zaman. Biz olayın insani boyutuna odaklandık. 500 milyonluk Avrupa’da bir milyonu bulmadı mülteciler. Bu bir milyon için Avrupa ayağa kalktı. Ama Türkiye 70 milyon ve 3,5 milyon Suriyeli mülteci yaşıyor. İki yıl Türkiye’deki kampları da gezdim. Oralarda da çekimler yaptım. Tabii Tükiye çok farklı bir yerde duruyor. Avrupa mekanik bir insanlık sergiliyor. Biz daha gönülden ve candanız. Avrupa insana dokunarak bir şey yapma hissini kaybetmiş. Orada merhamet, insanlık ve yardımseverlik dahil her şey mesafeli.
- İki yılda Almanya’ya ulaştı
- * Yolculuğunuz sırasında en çok neler etkiledi sizi?
- Can pazarı çok etkiledi beni. Ölüm riskini göze alarak bir insanın ülkesinden kaçması zaten çok trajik bir şey. Denizde tüm ailesini kaybetmiş birini gördük örneğin Kenan isimli bir çocuk vardı. Yüzlerindeki o korkuyu gördük. İki yılda Almanya’ya ulaşan bir mülteciyle tanışmıştım.