|

Hatırlamanın büyüsü

Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden biri olan Yıldız Ramazanoğlu’nun geçtiğimiz ay raflarda yerini alan ‘Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım’ adlı öykü kitabı açtığı farklı pencerelerle bizi “hatırlama”ya davet ediyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 11/02/2016 Perşembe
Güncelleme: 21:55 - 10/02/2016 Çarşamba
Yeni Şafak
NURBANU DÖNMEZ


Karşılaştığımız her insan, yaşadığımız her olay sahip olduğumuz en büyük hazinedir. Bir resim, bir müzik, okuduğumuz bir kitap ya da izlediğimiz bir filmle parıldamaya başlar dilimizin ucunda hatıralar. Geçmişin izlerini, teneffüs ettiğimiz ânın içinde yeniden adeta kendimize yeni bir geçmiş icat ederek yaşamaya devam ederiz. Tanpınar'ın “Kimbilir, belki de hatırlaya hatırlaya kendimizi yaratacağız” dediği bu eylem sanattan alır gücünü. İnsanoğlu çok eski tarihlerden beri yaşadıklarını günü gününe not etme ihtiyacı duymuştur mesela. Yıllar geçtikçe de önemli bir yazın türü haline geldiğini görüyoruz günlüklerin. Çünkü insan “Hatırlamanın büyüsü''ne kapılmak ister.



FİLM SEYREDEN KADINLAR


Kayıp Defter öyküsüyle açılıyor kitap. Yirmi iki yaşındaki genç bir kızın günlüğüdür kaybolan defter: “Günlüğüm varlığımın eviydi bir bakıma. Kaybolan tarihimdi. Kısa gibi görünen ama içine yeryüzünün bütün kaygıları, altüst oluşları, heyecanları, acıları, sevinçleri sığmış olan esaslı bir tarih. O yaşta sıradanlığın farkına varamıyor insan, fevkalade geliyor her yaşanan.” Yasakların ve şiddetin tırmandığı 80'ler döneminde başörtüsüyle özgürce okuyabilmek için Avrupa'ya giden gencin azığıdır günlük. Onunla direnir, onunla güçlenir. Her ne kadar Avrupa'nın orta yerinde çaldırdığı bavulun içinde yitip gitse de ümitvardır, bulacaktır onu çünkü ülkesinde göremediği anlayışı burada görmüştür.



İnsanların dini inançlarına, giyim kuşam gibi kişisel tercihlerine göre etiketlenip bir tanım aralığına sıkıştırılmasını eleştiren Ramazanoğlu, “Film Seyreden Kadınlar” adlı öyküsünde Müslüman tesettürlü hanımların da pekâla sanatsal zevklerinin olduğunun altını çiziyor. Nitekim üniversiteden yeni mezun olan Gülnaz, Karamazoflardan Alyoşa'ya biraz daha yaklaşmak, tartışmaların müziğini birinci elden dinlemek için Rusça kursuna gidiyor. Karikatür sergilerinin kokteyline katılıyor, şaşkın bakışlara-pasif şiddete- aldırmadan. Yazarımızın dış-dış-iç-iç bölümleriyle senaryo havasında kurguladığı hikayede: “Çocuk doktoru Gül'ün sekiz çocuk annesi olması dünyada bir ilkti belki. Yılda birkaç kez yamaçlardan paraşütle atlaması, çalıştığı hastaneye motosikletle gidip gelmesi, edebiyatla yakın ilişkisi.''



Gülnur'un film izlemeye vaizelik yaptığı uzak bir ilçeden gelmesi, Kelam doktorası yapan Ceyda'nın filme dair tez yazıyormuş gibi bir titizlikle not alıyor oluşu şaşırtmamalıydı oysa bizi…



Yıldız Ramazanoğlu 19. yüzyıl duyarlılığına sahip bir 21. yüzyıl yazarı aslında. “Selma'nın Bahçesi” adlı öyküsünde okuyucusunu ilk Müslüman kadın bestekârımız Dilhayat Kalfa'yla tanıştırıyor. Eteğinde mor salkımların, leylakların, hüsnüyusufların olduğu bir bahçeye götürüp bir manolya ağacının altına bırakıyor bizi. Dilhayat ile ara sokaklara, patikalara dalmaya başlıyoruz. “Çok mu figanım ol gül-i zibâ-hıram içün' sözünün içine bütün dünya sığıyordu aslında. Yaşamın bütün menekşeleri, zehirli sarmaşıkları, mavi renkli tutkuları, her esintiyle yerden kalkıp gözlerine dolan sarı renkli kum tanecikleri. Hüznün parlaklığı vardı bestede.”


Öykünün kahramanı Selma gibi okuyucu da açıyor şarkının sesini. Kelimeler sağanak olup yağmaya başlıyor üzerine: “Tutunup ayağa kalkacağı, yaslanıp kitap okuyabileceği, tutuşturup geceyi aydınlatabileceği nice kelimeler.'' Kim olduğumuz bilgisinin kurşun gibi ağırlığıyla biteviye yaşamak mümkün mü, diye soran Ramazanoğlu bir süreliğine de olsa unutturuyor bize kim olduğumuzu.''Gözler sadece katı olanları görüyor, böyle uçucu hayalleri görmek için kapamak lazım onları.'' Sonra hikayenin orta yerinde gözlerimizi açıyor yazar ve kayboluyor sezgiler: ''İçecek su bulamayan çocukların, savaşların, kıtlıkların, ısınan yerkürenin, buharlaşan denizlerin, eriyen buzulların ortasında kalmıştı kendi kuşağının kadınları.''


Çareyi bulmanın yolu evimizle barışmaktan geçiyordu. Çünkü ev, evrenden büyüktü. Hayatta ne varsa buradan neşet ediyor, ilk provalar evde yapılıyordu.



“Siirt Marşı” öyküsünde; “Sığıntı kelimesini memleketin dilinde tedavüle sokmak isteyenlere karşı, kardeşliğin bütün kelimelerini toplayıp kanat yapmış insanlar var'' diyen Ramazanoğlu, evinden yurdundan koparılan savaş mağduru insanlara işaret ediyor: “Toprağın kalın çakıl taşlarının içinden ayıklanıp bize doğru gelen ilticacıları, ikindi zevalinde karşımızda beliren gergin yüzleri, içlerindeki teslimiyet ışığı isyan ateşini bastırmış kadınları bir çırpıda anlamak mümkün mü.Kucaklardaki bebekler neredeyse Hz.İsa misali konuşup gerçeği anlatacak. Çocuklarda oyun oynarken birden aksi bir adamın gelip topu bıçakla kesmesinin dehşeti, şaşkınlığı, öfkesi var. Savaşın çarkları hızlı bir çekimle onları oyun dünyasından koparmış, erkenden gerçek denilen belayla tanıştırmış.”



BETON ÇAĞINDA HUZUR


Mülteci kampları, hücreler, hastaneler, kuaförler, mezarlıklar vs…İnsanın olduğu her yere dokunmaya çalışıyor Ramazanoğlu. Ve bunu yaparken kimseyi eritip bir kalıba dökmüyor, sınıflandırmıyor. İlgilendiği tek şey varoluşu insanın; sevinçleri, kederleri ve hayalleriyle.



Yeşilin yok olmaya yüz tuttuğu dünyamızda, çocukların bir tuşla açılan bahçeleri, internette edindikleri küçük tarlaları var neyse ki! Ramazanoğlu'na göre insan türü artık betondan “huzur” devşirmeyi öğrenmek zorundadır. Nitekim Kürek Sesleri'nde bunun yakarışını görüyoruz. Hikayenin kahramanı dedesinin ölüsünü yıkadıkları bahçeyi hatırlar, babasını kaybettiği gün: “Çocukluğunda yan yana dizili olan bahçeli akraba evleri gelişme uğruna yıkılıp yerine tek bir devasa apartman yapılsın diye çabalayan amcaları sadece ikametgâh adresinden ibaret olan bu bölmelere ev denilemeyeceğini, insani değerlerin yok olan evle birlikte hayatlarından çıkıp gideceğini düşünememişler miydi? Kasaba önce il sonra da büyükşehir olurken bağın bahçenin bu derece silinip süpürüleceğini hayal edemezdi ahali.''



Öykülerde bir özlem gibi yükselip içimize dolan nehirler, buğday tarlaları, esintiler ve ağaçlar var. Sözlerden öte iz bırakan sahneler sunuyor bize yazar:''Hiç kimse konuşmuyor tepede. Bir adam şapkasını ters çevirmiş, ceketini sermiş namaz kılıyor kendi vaktince. Yol kenarında ot toplayan kadınların sessiz bilgeliği yamaçta yaşanan çılgınlığı dengelemiş.İki genç adam serdikleri kanatların sağını solunu bir yırtık ya da incelme olup olmadığını titizlikle kontrol ediyorlar. Uçmak için kanatların yaralı olmaması lazım çünkü. Çocuklar gazoz içerek onları izlerken Gabar Dağı'nın dili olsa da konuşsa.''



Yıldız Ramazanoğlu; zamana, mekana, koşullara göre başka bir kabukla başka bir dille çekip çıkarıyor hikayelerini hafıza kuyusundan.''Bir gelincik yap yangınlar içinde, bir papatyayı uçur,''diyerek bir şey ima etsin istiyor saçlarımızın bile. Durağanlığın içindeki fevkaladeliği keşfetmek için Bu Kez Lila Olsun Saçlarım öyküsü bilhassa okunmaya değer. Okuyup yeniden bakmalı, acaba nasıl görünecek dünya?







• • •


Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım


Yıldız Ramazanoğlu


Kapı Yayınları


Ocak 2016


97 sayfa






#Siirt Marşı
#Yıldız Ramazanoğlu
#Gabar Dağı
#Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım
8 yıl önce