|

İslam: Batı'nın şeytanı

Hasan Ali Yıldırım
00:00 - 16/02/1999 Salı
Güncelleme: 16:51 - 6/11/2013 Çarşamba
Yeni Şafak
İslam: Batı'nın şeytanı
İslam: Batı'nın şeytanı

Bugün, ünlü düşünür Immanuel Wallerstein'ın 'İslam, Batı ve Dünya Sisteminin Geleceği' başlıklı yazısının son bölümünü yayınlıyoruz. İslami hareketlerin mevcut dünya sisteminin hegemonyasına karşı geliştirdikleri tavır ve söylemleri analiz ettiği üçüncü bölümünden sonra Wallerstein, bu bölümde de İsrail'in kuruluşu sonrasında İslam'ın Batı nezdinde nasıl 'büyük şeytan' haline geldiğini anlatıyor. İsrail'in Batı tarafından nasıl kullanıldığını da analiz eden yazar, semavi dinlerin herkes için söyleyecek çok şeyi olduğunun altını çiziyor. Wallerstein'ın bu önemli yazısı, Genel Yayın Yönetmenimiz Yusuf Kaplan tarafından çevrildi.

Immanuel Wallerstein

O halde, İslami hareketler konusunda yaptığımız bu gözlemlerden sonra İslam ülkelerinde son 20 küsur yıldan bu yana yaşanan olayları ve gelişmeleri nasıl yorumlayabiliriz? Kanımca dikkat çekilmesi gereken ilk nokta, hayal kırıklığı fenomenidir. Çünkü gelinen nokta tam anlamıyla çok yönlü boyutları olan bir fiyasko ve hayalkırıklığıdır. Yaşanan hayalkırıklığının ortaya koyduğu en temel gerçek şu olmuştur: Başlangıçta dünya sisteminin hegemonyasına karşı mücadele vermek amacıyla ortaya çıkan laik, milliyetçi ve sosyalist hareketlerin devlete dönüşerek iktidarı ele geçirdiği ülkelerde, hala uzun vadeli reformcu stratejiler geliştirdiklerinden (özellikle de ahlaki değerlerin sekülerleşme yoluyla dönüştürüldüğü ve güçlü devlet yapılarının kurulduğu gibi hedeflerden) sözetmeleri artık bir anlam ifade etmekten uzaktır.

Alternatif vizyon: İslamcılık

Bu anlamsız taktiklerden hiç birini kullanmayan alternatif bir vizyon daha var. İslam dünyasında bu alternatif vizyon, İslamcılık olmuştur. Ayrıca dünyanın diğer bölgelerinde dünya sisteminin hegemonyasının acımasız sonuçlarının ürünü olarak ortaya çıkan ama ne yazık ki, dünya sisteminin, karşı çıktıkları anlamsız taktiklerini kullanma çelişkisi içinde olan diğer farklı vizyonlar da var.

Dünya sisteminde gücü ellerinde tutanlar açısından bakılınca bu alternatif vizyonlar, artık antikleşmiş taktikleri benimsemiş olan ulusal kurtuluş hareketlerinden hem daha iyidir; hem de daha kötü. Eski Sol'un daima altını çizdiği anlamda bunlar daha iyidir. Alternatif vizyonlar, insanları, modern dünya sisteminin gerçek yapılarını nüfuz edici bir şekilde analiz etmekten alıkoyuyor ve dolayısıyla dünya sisteminin "lordları"nın işlerini sürgit kolaylaştırıyor. İslamcılık gibi alternatif vizyonların öncülerinin iktidara geldikleri vakit, gerçekçi dış politikalara sahip olmadıkları ya da bu tür politikalar geliştiremedikleri yahut da hakim dünya sisteminin çerçevelerini kolaylıkla kabul etmeye başladıkları eleştirisi ile karşı karşıyayız. Bugüne gelinceye kadar İslamcılar'ın -örneğin İran veya Sudan'da- ortaya koydukları pratikler, bu eleştirilerin hiç de yanlış olmadığını kanıtlıyor.

Ne ki, öte yandan, alternatif vizyonların ortaya çıkışı, modern dünya sistemine hakim olan, çeki düzen veren güçler açısından en azından şu bakımdan son derece kötüdür: Modern Dünya Sistemi'nin istikrarı sağlayan anahtar özelliklerinden biri, insanların günlük hayatlarını etki ve nüfuzu altına alan birbirinden farklı güçlere karşı kitlelere, kitlelerin siyasi haklarını garanti altına alan devlet yapılarına güven duymalarını sağlamasıdır. Bu anlamda bu devlet yapıları, özellikle de laik sistem-karşıtı güçlerin iktidara gelmelerinden sonra siyasi hareketliliği yokeden özelliklere sahip oluyor. Böylesi durumlarda iktidara gelen Modern Dünya Sistemi karşıtı olan güçler, kitlelerden, yeni liderliğe güvenmelerini ve dolayısıyla sabırlı olmalarını talep ediyorlar. Alternatif harekeler, kitlelerin devlet yapılarına olan güvenlerini sarsmaya başladıkları vakit, siyasi durgunluğa, depolitizasyona neden olan sınırları ortadan kaldırıyorlar.

İslamcı güçlerle işbirliği

Modern Dünya Sistemi'nin hegemonik güçleri açısından bakılınca, alternatif hareketlerin yükselişinin artıları ve eksileri, Batı'da İslam'ın neden şeytanlaştırıldığını açıklayabilmemizi kolaylaştırır. Batı'nın İslamcı güçlerle işbirliği seçeneğini kullanması, bu ülkelerdeki devlet yapılarına olan güvenin sarsılması tehlikesini artırmıştır. İsrail'in kurulması ve petrolün dünya sisteminin hegemonik güçlerinin çıkarları doğrultusunda kullanılması, İslam dünyasında, devlet yapılarına duyulan güvenin sarsılması sürecini hızlandırmıştır. Bu iki faktörün İslamcı hareketlerin önünün kesilmesi amacıyla kullanılmasının son derece tehlikeli gelişmelere neden olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor.

Arap ülkelerindeki petrol yatakları, Arap dünyası için hem Tanrı'nın bir lütfu, hem de başlarına musallat olan bir beladır; çünkü, her ne kadar sonsuza dek böyle gitmeyebilecek olsa da, petrol, hegemonik güçlerin Arap dünyasına doğrudan müdahalelerle bulunmasına neden olmaktadır. Öte yandan İsrail devletinin kurulması ise bölgede 1945 sonrası dönemden sonra patlak veren sorunların, gerilimlerin ve savaşların başlıca nedenlerinden biridir. Bu nedenle, Batı dünyasının İsrail'i desteklemesinin nedenleri üzerinde birazcık durmak zorundayız.

Batı dünyası, hiçbir zaman İsrail'i desteklemek zorunda değildi. Ve size, Batı dünyasının 1945'ten hatta 1948'te İsrail devletinin kurulmasından önce İsrail'i destekleme konusunda kesin bir karara varmadığını da anımsatmak isterim. Dahası, 1967 savaşlarının İsrail'in galibiyetiyle sonuçlanmasına kadar ABD'nin de, Avrupa'nın da İsrail'i desteklemeyi öncelikli politika olarak benimsediğine pek inanmıyorum.

Batı, İsrail'i nasıl kullanıyor?

Batı dünyasının İsrail'i desteklemesinin üç temel nedeni var. Birincisi, Hıristiyanlığın doğuşundan itibaren Hıristiyan dünyasında Yahudiler'e karşı tarihsel olarak süregelen köklü bir düşmanlık vardı. İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'da Yahudiler'in kitlesel olarak katledilmeleri, Hıristiyan dünyasındaki Yahudi düşmanlığının doruk noktasına çıktığının göstergesidir. İşte Yahudiler'e karşı gerçekleştirilen bu soykırım, Hıristiyan Batı dünyasında derin bir suçluluk kompleksinin kök salmasına neden olmuştur.

Bugün Batı dünyasının İsrail'i desteklemesinde bu suçluluk kompleksinin oynadığı rolü küçümsemek yanıltıcı olur. Bu durum, Batı'daki seküler aydınlar, Katolik Kilisesi ve İsa'nın ikinci kez dünyaya dönüşünün mümkün olabilmesi için İsrail devletinin kurulmasının gerekli olduğundan sözeden bazı fundamentalist Protestan mezheplerinden oluşan çeşitli sosyal grupların, İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına kadar geliştirdikleri söylemlerini dramatik bir şekilde değiştirmelerine zemin hazırlamıştır.

Dahası, 1967 Savaşları İsrailliler'in galibiyetiyle sonuçlanmamış olsaydı, bu suçluluk kompleksi, Batı dünyasının diğer jeo-politik hesapların içine girmelerine izin vermeye yetmeyebilirdi.

İsrailliler'in bu savaştan galibiyetle çıkması, iki önemli gelişmenin vuku bulmasına yol açmıştır: Her şeyden önce bu durum, dünyadaki Yahudiler'in o zamana kadar eşi görülmemiş bir şekilde topyekün İsrail'i desteklemelerini sağlamıştır. Öte yandan, İsrailliler'in Araplar'a karşı kazandığı bu zafer, Batı dünyasında, Hıristiyan Batılılılar'ın soykırımın bedelini ödedikleri şeklinde bir psikolojinin oluşmasına ve bu kez de Araplar'ın Yahudiler'e karşı yeni bir soykırım yapma tehlikesinin ortadan kalktığına kesinkes inanılmasına neden olmuştur. Bu görüşün nereye kadar haklı ve tutarlı olduğunu tartışmaya girmek istemiyorum. Burada yalnızca böyle bir meşrulaştırma ve açıklama biçiminin olduğuna dikkat çekmekle yetiniyorum.

Batı dünyasının İsrail'e destek vermesinin ikinci nedeni, Batı dünyasının, ilk kez, İsrail'in, ele avuca sığmayacak Arap ülkelerinin askeri olarak kontrol altında tutulabilmesi için önemli bir işlev göreceğine karar vermiş olmasıdır. İşte bu nedenledir ki İsrail, Batı dünyasının jeo-politik stratejilerine entegre edilmiştir.

Ancak Batı, İsrail'e verdiği desteğin faturasını oldukça ağır ödemiştir: Filistin'de İntifada hareketi patlak vermiş ve Batı dünyası da kaçınılmaz olarak sözde barış sürecini başlatmak ve sonuçta kaçınılmaz olarak İsrail'le ilişkileri zayıflatmak zorunda kalmıştır. Yine de her şeye rağmen, İsrail'e verdiği desteği çekmek gibi bir adım atmamıştır.

Hıristiyan Batı dünyasının Yahudiler'e karşı bir suçluluk kompleksi geliştirmesi, tüm dünyadaki Museviler'in İsrail devletini desteklemeleri ve nihayet Batılı güçlerin dünyanın en zengin petrol yataklarından birinin bulunduğu bir bölgenin siyasi istikrarını sağlamak için İsrail'i kullanması gibi tüm gelişmeler, büyük haksızlıklara maruz kaldıkları için dünya sistemine direnen Müslümanlar'ın, 1990'lı yılların "büyük şeytan"ı olarak lanse edilmesine zemin hazırlamıştır.

İslâm niçin 'büyük şeytan'?

Sonuç olarak, Hıristiyan Batı dünyasının Yahudiler'e karşı bir suçluluk kompleksi geliştirmesi, tüm dünyadaki Museviler'in İsrail devletini desteklemeleri ve nihayet Batılı güçlerin dünyanın en zengin petrol yataklarından birinin bulunduğu bir bölgenin siyasi istikrarını sağlamak için İsrail'i kullanması gibi tüm gelişmeler, büyük haksızlıklara maruz kaldıkları için dünya sistemine direnen Müslümanlar'ın, 1990'lı yılların "büyük şeytan"ı olarak lanse edilmesine zemin hazırlamıştır. Hele de "kızıl" ve "sarı tehlike" gibi şeytanların ortadan kaldırılmış olması, İslam'ın büyük şeytan olarak sunulma sürecini hızlandırmıştır. Dahası, Budizm veya Hinduizm'in aksine İslam'ın tarihsel olarak Hıristiyanlığın kültürel kuzeni olması İslam'ın şeytanlaştırılmasını daha bir kolaylaştırmıştır. Buradaki "aile içi kavga ve kan davası", İslam'ın, akla mantığa sığmayacak bir şekilde ve kalıcı olarak şeytanlaştırılmasına katkıda bulunmuştur.

İslam'ın şeytanlaştırılmasına neden olan bir başka faktör de, İslam dünyasının merkezi bölgelerinin bütünüyle sömürgeleştirilememiş oluşudur. Biz biliyoruz ki Batı, önceden sömürgeleştirdiği ülkelerle bir bakıma, kendinden emin bir şekilde ilişki kurabiliyor. Zira, bu bölgeleri bir kez askeri olarak işgal ettikleri ve siyasi olarak yönettikleri için kolonileştirdikleri ülkelerin zaaflarının, zayıf noktalarının ne/ler olduğunu çok iyi biliyorlar. Oysa hiç sömürgeleştiremedikleri veya kısmen sömürgeleştirdikleri bölgelerin oldukça gizemli ve dolayısıyla tehlikeli olduğunun farkındalar.

Şimdi, buraya kadar geliştirdiğim argümanları kısaca özetlemek istiyorum: İslam dünyasında vuku bulan gelişmeler, özellikle de sosyal ve siyasi güç olarak İslamcılığın yükselişi, dünya sisteminin "çevresel" bölgelerinde yaşananların bir başka varyantıdır. Sistem-karşıtı hareketlerin yükselişi, bunların görünüşte başarılı ama siyasi olarak başarısız olmaları, sonuçta kaçınılmaz olarak ortaya çıkan hayalkırıklığı ve alternatif stratejiler arayışı şeklinde özetlenebilecek bir tablo var karşımızda. Tüm bunlar tarihi bir sosyal sistem olarak Modern Dünya Sistemi'nin gelişiminin bir ürünüdür.

Ancak öte yandan, Batı'da İslam'ın hem de abartılı bir şekilde şeytanlaştırılmasına yol açan Batı ile İslam arasındaki ilişkilerde karşımıza çıkan bazı özel faktörlere bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor. Sözgelişi, İslam'la Hıristiyanlık, Hıristiyanlık'la Yahudilik arasındaki bin küsur yılı aşan ilişkiler ve yanısıra bu üç dinin birbirleriyle geniş bir "ailevi irtibat içinde" olagelmeleri gibi. Bunlara ilave olarak, petrol gibi jeo-ekonomik önemi olan bir faktörün de bu karmaşık ilişkilerde oynadığı role dikkat çektim. Ve son olarak, dünyanın sömürgeleştirilememiş bölgelerinden alternatif muhtemel şeytanlar icat edilmesinin anlamsız olduğunu açımlamaya çalıştım.

Tüm bunlardan sonra yazımızın son önemli konusuna geçebiriliriz artık.

Kapitalist dünya ekonomisinin yaşadığı kriz, Batı uygarlığının kendinden kuşku duymasına ve kendine olan güvenininin sarsılmasına yol açmaya başladı. Bu durum, Batı'nın sürgit yeni şeytanlar icat etme ihtiyacı içine girmesine neden oluyor.

Batı uygarlığı köklü bir kriz yaşıyor

Batı, şeytanlar icat etmeden yaşayabilir mi? Tüm tarihsel deneyimler ve gelişmeler, Batı'nın bir takım şeytanlar icat etmeden yaşayamayacağını gösteriyor.

Bugün Batı, köklü ve çok yönlü bir kriz yaşıyor: Sadece ekonomik bir kriz değil, aynı zamanda büyük ölçekli siyasi ve sosyal bir kriz bu. Tarihi bir sosyal sistem olarak kapitalist dünya ekonomisi, bir krizle karşı karşıya. Kapitalist dünya ekonomisinin yaşadığı krizi, başka yerlerde başka vesilelerle ayrıntılı olarak analiz ettiğim için burada bunu ayrıntılı olarak tartışmayacağım. Ancak önemli birkaç noktaya temas etmekle yetineceğim.

Kapitalist dünya ekonomisinin yaşadığı kriz, Batı uygarlığının kendinden kuşku duymasına ve kendine olan güvenininin sarsılmasına yol açmaya başladı. Bu durum, Batı'nın sürgit yeni şeytanlar icat etme ihtiyacı içine girmesine neden oluyor.

Benzer bir kafa karışıklığı ve güven yitiminin İslam dünyasında da yoğun olarak yaşandığını gözlemliyoruz. İslam dünyasındaki temel aktörlerin sürgit zikzaklı politikalar ve tavırlar içinde olmaları bunun en çarpıcı göstergesidir. Yine İslam dünyasındaki laik güçler, tam bir kaos yaşıyorlar. Geliştirdikleri tüm projeler ve retorikler, Müslüman toplumlarda yeni gerilim alanları açmakla sonuçlanıyor.

Öte yandan İslamcı güçlerin de kafaları pek net değil. Ayrıca İslamcı gruplar arasında da bir bütünlük yok. Dolayısıyla kapsamlı siyasi programlardan yoksunlar. Hatta ne tür siyasi projeler geliştirmeleri gerektiğine de tam olarak karar verebilmiş değiller.

Burada analizimizi İslam dünyasıyla sınırlamak yerine, dünya sistemi bağlamında açımlayarak sürdürmemiz gerekiyor. Kriz yaşayan sistemler, kaotik bir döneme ve sürece girerler. Ve bunun sonucunda yeni bir düzen vücuda gelir.

İlkin, yaklaşımları ve yönelimleri bütünlük ve kendi içinde de olsa bir tutarlılık arzetmez; çeşitli eğilimler arasında parçalanmalar olur. Böylesi durumlarda hangi yaklaşımın veya yönelimin daha açıklayıcı, belirleyici ve benimsenebilir olabileceğini kestirebilmek doğal olarak pek kolay değildir.

Bunun pratikte iki sonucu olur. Sistem, kaostan kurtulup dengesini bulamadığı için, şu ya da bu yönelimdeki eğilime yapılan kimi baskılar belirleyici olabilir. Verilen sosyal mücadele, hangi eğilimin belirleyici olacağının ortaya çıkmasına doğrudan etki eder. Burada, hangi sosyal sistemlerin, diğerleriyle nasıl bir ittifak içinde olabileceğini sosyal mücadelenin etkinliği belirleyebilir.

Sosyal mücadeleler keskin olduğu zaman, belirginleşen çizgiler de o ölçüde keskinleşir. İşte Modern Dünya Sistemi'ne karşı çeşitli sistem karşıtı hareketlerin ortaya çıkmasının nedeni budur. Bu hareketler, başlangıçta niçin ortaya çıktıklarını ve temel düşmanlarının ne/kim olduğunu çok iyi biliyorlardı. Aynı şey, mevcut dünya sistemini savunanlar için de geçerlidir tabii ki.

Semavi dinlere muhtacız

1968 Dünya Devrimi'nin bir sonucu olarak son 25 yılın bize öğrettiği şey, bizim mücadele anlayışımızın son derece sakat olduğu gerçeğidir. Bu nedenledir ki, kim kimin gerçek müttefiki, kim kimin gerçek muhalifi, kim kimin yanında, bunlar pek belli ve net değil.

İşte bu anlamda İslamcılar, "mevcut dünya sistemini bölen sorunların neler olduğunu araştırmak ve anlamak; gelecekte yeniden inşa edilecek yeni dünya sisteminin muhtemel hayati alternatiflerinin neler olabileceğini çok iyi saptamak zorundayız" derken son derece haklılar. Evet, İslamcılar'ın mevcut dünya sistemine yönelttiği eleştiriler oldukça doğru eleştiriler. Peki, İslamcıların alternatif olarak önerdikleri çözümler neler?

Daha önce de ifade ettiğim gibi İslamcılar da, mevcut dünya sistemine karşı önerdikeri alternatifin ve alternatif çözümlerin ne olduğundan pek emin değiller. İslamcılar'ın alternatif önerilerini paylaşmayan laik geleneğin mirasçıları, İslamcılar'ın daha iyi bir gelecek için atılmasını talep ettikleri ilk adımları kabul etmekte bir hayli zorlanıyorlar.

Benim hissettiğim şey şu: Mevcut dünya sisteminin temel sınırlılıklarının ve eksiklerinin neler olduğunu saptayabilmek için samimi bir diyaloğa, çok yönlü bir fikir alış-verişine ihtiyacımız var. Kanımca, bugün yaşanan çatışma, kimilerinin ayrıcalıklı bir konumda olacağı, ezici çoğunluğunsa "ezileceği" hiyerarşik bir dünya düzeni kurmak için çaba gösterenlerle; olabildiği ölçüde demokratik ve eşitlikçi bir dünya düzeni kurmak isteyenler arasındaki çatışmadır. Bu her iki yaklaşımın kendilerine özgü değer sistemleri vardır. İşte bu noktada ben semavi dünya dinlerinin bu değerlerin nelerden teşekkül edebileceğinin belirlenmesi konusunda bize öğreteceği çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum.

Bugün karşı karşıya kaldığımız temel problem, tüm dünyadaki laikçilerle fundamentalistler arasında yaşanan çatışmadır. Gelecek 50 yılda yaşanacak büyük siyasi-toplumsal mücadelede rol alacak önemli şahsiyetler olacak. Bence problemi, laiklikle fundamentalizm arasındaki çatışma şeklinde ortaya koymak aslında bizi, daha net, daha anlaşılır bir vizyon geliştirebilmekten alıkoyuyor. Ve bizim de şu an en fazla ihtiyacını hissettiğimiz şey, yapay şeytanlar icat etmek değil, daha anlaşılır ve daha paylaşılabilir vizyonlar geliştirebilmektir.


25 yıl önce