|

İslamcılar 'romantik' değil

Hasan Ali Yıldırım
00:00 - 15/02/1999 Pazartesi
Güncelleme: 13:48 - 6/11/2013 Çarşamba
Yeni Şafak
İslamcılar 'romantik' değil
İslamcılar 'romantik' değil

'İslam, Batı ve Dünya Sisteminin Geleceği' başlıklı yazısının üçüncü bölümünde ünlü yazar, İslami hareketlerin dünya sisteminin hegemonyasına karşı geliştirdikleri tavır ve söylemleri analiz ediyor. İslam dünyasındaki hareketlerin, Modern Dünya Sistemi'nin çok yönlü kuşatması karşısında modern dünyada varolmayı sürdürmenin yollarını araştırdıklarını ve yenilgiyi kabul etmeyerek direndiklerini belirtiyor. İslamcılar'ın 'romantik' olmadığını, modern dünyada alternatif projeler geliştirebilecek bir potansiyele sahip olduklarını vurguluyor.

Immanuel Wallerstein

İşte tam bu noktada, İslam dünyasında yaşanan ve tüm dünyayı çalkalayan olayların analizine geçebiliriz. Elbette ki, burada tasvir ettiğimiz süreçler, dünyanın "merkezi" (core) bölgelerinin dışındaki diğer bölgeler için de aynen geçerlidir. Ne ki, her bir bölgenin kendine özgü tarihsel özelliklere sahip olduğu da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar doğrudur. O halde, İslam dünyasının, özellikle de "Arap merkezi"nin kendine özgü tarihsel özellikleri nelerdir?

Örnek olarak, 1900'den itibaren ardarda ortaya çıkan "Nahda" (Uyanış), "Arap Direnişi", "Milliyetçi Uyanış" gibi hareketlerin hepsinin retoriklerinin/söylemlerinin modernist olduğunu gözlemliyoruz. Bu hareketler, karşılaştıkları baskının, kısmen dış güçlerin müdahalelerinin (emperyalizmin), kısmen de ülke içindeki "gelenekselciliğin" sonucu olduğu çözümlemesini yapıyorlardı.

Bu nedenle, aynı anda hem dış müdahalelerin sona erdirilmesini talep ediyorlar, hem de bu ülkelerde gerçekleştirilmeye çalışılan kültürel değişim çabalarını reddediyorlardı. Bu iki yöneliş, hem atbaşı gidiyor, hem de birbirlerini pekiştirerek yeniden üretiyordu. Bu hareketlerin ortaya çıkışını mümkün kılan dinamik ve duyarlıkların kaynağı toplumsaldı ve her birinin toplumsal geleceğe ilişkin vizyonları çeşitlilik arzediyordu. Bu hareketlerden bazılarını "güzel/ideal toplum" anlayışı muhafazakar, bazıları ise daha radikal temellere dayanıyordu.

Bununla birlikte, genel olarak konuşmak gerekirse, din olarak İslam bu hareketler için çok az belirleyici bir rol oynuyordu; hatta bazı hareketlerin İslam'a bakışı bütünüyle negatifti.

Açımlamak gerekirse... Bu hareketlere mensup kişiler, kendilerinin Müslüman olduğunu söylüyorlardı; ama bunların İslam'la ilişkileri bir tür kültürel bir aidiyet ilişkisiydi. Bu hareketler, kırsal kesimde yaşayan ve eğitimsiz kitlelere kendilerini daha rahat kabul ettirebilmek için İslam'la şu ya da bu şekilde de olsa ilişki kurmak zorunda olduklarına inanıyorlardı. Toplumları için tasarladıkları gelecek, daha çok laikliği merkezine yerleştiren "modern" bir gelecekti. Arap ülkelerindeki çeşitli hareketler Türkiye'deki Kemalizm'in öncüllerinin pek çoğunu paylaşıyordu. Sömürgecilik dönemi Hindistanı'nda (İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele vermek için) ortaya çıkan İslam Birliği hareketi de, bu hareketlerden pek farklı sayılmazdı.

Bu hareketler, (özellikle de daha radikal olanları) 1945 sonrası dönemde az ya da çok başarılıydılar. Ortaya çıktıkları yerlerde değişik şekillerde iktidarı ele geçirmişlerdi: Mısır'da (Nasyonal Sosyalist) Nasır Hareketi, Suriye ve Irak'ta Sosyalist Baas Hareketi, Tunus'ta Burgiba'nın başını çektiği Neo-Düstur (Yeni Anayasa) Hareketi ve nihayet Cezayir'de Ulusal Kurtuluş Hareketi gibi... Bu hareketlerin kurduğu rejimler, Bandung Konferansı'ndan sonra ortaya çıkan ve "Bağlantısızlar Hareketi" olarak adlandırılan dünyanın diğer bölgelerindeki Üçüncü Dünya hareketleri ile büyük paralellikler taşıyordu.

Hepimizin bildiği gibi Cemal Abdü'n-Nasır, bu dünya çapındaki "şebeke"nin teşekkül etmesinde kişisel olarak önemli bir rol oynamıştı. Yine, Cezayir'deki Ulusal Kurtuluş Hareketi de, tıpkı Vietnam hareketine benzer bir şekilde bu şebekeye dahil olan hareketlere model teşkil ederek esin kaynağı olmuştu.

İslamcılar, tarım toplumu özlemiyle yanıp tutuşan romantikler değil. Tersine İslamcılar, teknolojik gelişmelere açık ama sekülarizmi ve seküler değerleri reddeden alternatif bir modernlik biçimini kurdular.

İsrail niçin kuruldu?

Öte yandan 1945 sonrası dönemde, özelde Arap dünyası, genelde ise bütün İslam dünyası bazı büyük zorluklarla ve sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu sorunların/zorlukların en büyüğü, İsrail devletinin "yaratılmasıydı". Burada, İsrail devletinin kuruluş öyküsünü ve bunun sonuçlarını önemine binaen biraz ayrıntılı olarak incelemekte yarar görüyorum. Bazı önemli olaylara ve gerçeklere dikkat çekmediğimiz sürece, sorunun önemini kavrayabilmek mümkün veya kolay olmayabilir.

Siyonist hareket, milliyetçi Arap hareketleriyle hemen hemen aynı zaman dilimi içinde, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Bu hareket, Arap milliyetçi hareketlerinin benimsediği retoriklerin/söylemlerin çoğunu paylaşıyordu: Bağımsız bir devlet kurma ihtiyacı, dünya sisteminin büyük güçlerinin baskılarına maruz kalınıldığı duygusu, Yahudi topluluğun psikolojik olarak dönüşüme ihtiyacı olduğu gerçeği ve nihayet bir din olarak Yahudilik'le muğlak bir ilişki kurulması gibi.

Siyonist muhayyilede, İsrail devletinin kurulduğu tarih olan 1948'den önce Araplar'ın gerçek bir yeri ve rolü yoktu. Zira bu döneme kadar Yahudiler için gerçek düşman Hıristiyan dünyaydı; 1918 den itibaren de özellikle İngiltere idi.

Ancak Yahudiler'in muhayyilesi, İsrail devletinin kurulmasından hemen sonra köklü bir değişime uğradı. İsrail devletinin kurulmasına Araplar'ın askeri bakımdan direnmeleri, Yahudiler'in, özelde Arap dünyasını, genelde ise tüm İslam dünyasını kendileri için baş düşman olarak tayin etmelerine zemin hazırladı. Yahudiler'in Müslümanlar'a düşmanlığı, 1967 Savaşları'nın İsrailliler'in galibiyeti ile sonuçlanmasıyla ve dikkate değer bir Arap nüfusun İsrail'in yönetimi altında kalmasıyla birlikte daha da arttı ve iyice pekişti.

FKÖ'nün İslam'la ilişkisi muğlak

Filistin ulusal hareketi FKÖ, işte bundan sonra örgüt olarak hayata geçirildi. FKÖ de, biraz önce zikrettiğim ulusal, "modernist" hareketlerin benimsediği söyleme/retoriğe sahip olan bir hareketti. Ve bir din olarak İslam'la ilişkisi muğlaktı. FKÖ'nün İslam'la muğlak bir ilişkisinin olmasının dikkate değer bir nedeni veya gerekçesi de, azımsanmayacak bir Hıristiyan Arap nüfusun FKÖ'yü destekliyor olmasıydı.

1948'den günümüze kadar İsrail ile Araplar ve İsrail ile Flistinliler arasındaki ilişkilere kabaca bakıldığında, İsrail'in askeri ve siyasi olarak Araplar'dan çok daha güçlü ve üstün olduğu söylenebilir. Ama hiçbir sonuca varamadığı ve pek bir anlam ifade etmediği gözlenen; bu tür nedenlerden ötürü de her an fiyasko ile sonuçlanabileceği söylenebilecek sözde barış görüşmelerine, zorla da olsa İsrailliler'in katılmasını başardıkları için Filistinliler'in de siyaseten bir şekilde başarılı oldukları iddia edilebilir.

İsrail, yeni bir düşman arıyor...

Bölgede bir Yahudi devletinin inşa edilmesi Arap milliyeçiliğine ciddi bir sorun musallat etti: Yahudiler, coğrafi olarak uzak bir düşmandan, yani Batı dünyasını düşman bellemekten kurtularak, İsrail devletinin bulunduğu bölgede lokal bir düşmanla karşılaşıverdiler. Yahudiler'in önceki düşmanları olan Batı dünyası, coğrafi olarak bölgenin çok uzağındaydı; oysa yeni düşman Araplar'la aynı toprakları paylaşıyordu ve bu yüzden, bu yeni düşmandan çeşitli tavizler koparabilmek daha zordu.

Araplar'la İsrailliler arasındaki problemlere benzer problemlerin yaşandığı tek örnek ırkçı Güney Afrika'da mevcuttu. Ancak Güney Afrika'daki problemler, Mandela'nın liderliğindeki Afrika Ulusal Kongresi'nin ülkede yönetimi devralması ve tabii ırkçı anayasanın değiştirilmesiyle birlikte çözümlendi.

Yahudiler, uzaktaki Batı dünyasını düşman bellemekten kurtularak, İsrail devletinin yakınındaki bir düşmanla karşılaşıverdiler: Araplar. Bu yeni düşmandan tavizler koparabilmek de daha zordu.

Petrolün stratejik cazibesi

Ne ki, Arap dünyasının, buna ilave olarak, İsrail kadar büyük sorunlara neden olan kendine özgü bir sorunu daha vardı: Dünyanın en büyük petrol yatakları, Arap dünyasındaydı.

Arap dünyasında petrol yataklarının varolduğu 19. yüzyıla kadar bilinmiyordu. Petrol yatakları, ancak Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra dikkate değer bir sorun haline geldi. O zamandan bu yana, özellikle de 1945 yılından itibaren petrol, bölgenin en önemli jeo-politik sorunlarının ve bölgede vuku bulan uluslararası stratejik çıkar çatışmalarının ana kaynaklarından biri oldu.

Bu nedenledir ki, Amerika Birleşik Devletleri de, Rusya da, Avrupa da bölgenin politik ve stratejik haritasının şekillenmesinde birbirleriyle yarışmaktan çekinmediler. Petrolün kesintisiz olarak ve makul fiyatlarla "akması", hegemonik güçlerin en büyük kaygılarından biri oldu. Bu durum, hegemonik Batılı güçlerin İsrail'i desteklemelerine ve bölgedeki diktatör ve "muhafazakar" rejimlerin isitkrarını korumaları için büyük çaba göstermelerine hem gerekçe oldu, hem de "doğal" zemin hazırladı.

Sözde İslami hareketler

İslami hareketlere gelince... Bu hareketler de, milliyetçi hareketler gibi uzun bir tarihe sahipler. Hatta bölgenin bazı ülkelerindeki İslami hareketler(in tarihiy)le, milliyetçi hareketler(in tarihi) iç içe geçmiş, bütünleşmiştir. Arap çölündeki Vahhabi Hareketi ile Kuzey Afrika'daki Senusi Hareketi, laik-milliyetçi hareketlerle bazı ortak özelliklere sahiptir. Tıpkı laik-milliyetçi hareketler gibi bu hareketler de, dış/emperyalist güçlerin müdahale, baskı ve tahribatından şikayet etmişler ve daha yerli, daha saf/püriten dinamiklerin ve değerlerin inşası ve ihyası için mücadele vermişlerdir. Bu hareketler de modern ulus-devleti tipini ve yapılarını hayata geçirmek için çaba göstermişler fakat tabii olarak laik değil dini bir söylem kullanmışlardır. Ve sonunda bu hareketler de iktidara gelmeyi başarmışlardır. Senüsi rejiminin yerini 1969'da daha seküler bir rejim almış; ancak Suudi rejimi bu tür bir değişime direnmeyi bugüne kadar başarıyla sürdürmüştür.

Peki, bu sözde İslami hareketlere daha yakından baktığımızda karşımıza nasıl bir manzara çıkıyor?

Burada iki farklı şey söyleyen çeşitli gruplarla karşılaşıyoruz: Her şeyden önce, bunlara göre, bu ülkelerde iktidarı ele geçiren laik ve milliyetçi hareketler, görünüşte, teknik olarak bağımsız olsalar da, dış güçlerin kendi ülkelerinin iç işlerine müdahalelerini önlemeyi başaramamışlardır. İslami hareketler bu görüşlerini kanıtlamak için, ABD'nin bölgede üstlendiği role ve İsrail'in sarsılmaz hale getirilen gücüne dikkat çekiyorlar. Ki, bu son nokta gerçekten de önemli. Çünkü İsrail, bölgede, tıpkı Orta Çağ'daki Haçlı devletlerine benzer bir rol üstlenerek Batı'nın karakolu işlevi görüyor.

İslami hareketlerin dikkat çektiği ikinci önemli nokta da şu: Bu durum, kendilerinin eleştirdikleri ve karşı çıktıkları rejimler tarafından göz yumulan ve hatta açıkça desteklenerek hayata geçirilmesi mümkün hale getirilen bir durumdur. Böyle bir manzaranın ortaya çıkmasına sadece laik-milliyetçi rejimler değil, aynı zamanda Suudi rejimi gibi sözde dine dayalı olduğunu iddia eden rejimler de destek veriyor.

Dolayısıyla İslami hareketlerin söyledikleri şey şu: Dış güçlerin müdahalelerine son vermek ve yerli bir canlanış ve dirilişi harekete/hayata geçirebilmek için, "modernist" Arap rejimlerini -ki buna Vahhabi rejimi de dahildir- yıkmak gerekiyor.

Dahası, İslami hareketlerin siyasi olarak mobilize oluş yollarına bakıldığında, bu hareketlerin sadece muhalefet ettikleri rejimlere karşı alternatif bir retorik/söylem geliştirmekle ve dolayısıyla modern dünya sisteminin işleyiş mekanizmasını alternatif bir şekilde analiz etmekle kalmadıklarını, aynı zamanda, ülkelerindeki "modernist" rejimlerin, modern bir devletin, kendi yurttaşlarının minimum düzeyde de olsa refah seviyelerini yükseltmek ve güvenliklerini sağlamak gibi en temel görevlerini ifa etmekte bile başarısız olduğunu görüyoruz. Modern bir devletin yerine getirmesi gereken bazı temel görevleri İslamcı kuruluşların yerine getirdiği artık çok iyi bilinen bir gerçektir: Bu hareketler, muhtaç durumda olan kişilere yoğun bir toplumsal hizmet götürüyorlar ve dolayısıyla devletin yerine getirmesi gereken bu tür hizmetleri ifa ederek ciddi boşlukları dolduruyor, büyük toplumsal yaraları sarıyorlar.


25 yıl önce