|

Okullar açılsın mı?

Okulların açılmasına kısa bir süre varken, okul olgusunu ve eğitim fikrine dair bakış açımızı yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Geleceğimizi emanet ettiğimiz çocuklarımız için nasıl bir okul hayal ediyoruz?

Yeni Şafak
04:00 - 24/09/2015 Perşembe
Güncelleme: 23:03 - 23/09/2015 Çarşamba
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Ahmet Murat


Okulumuz çam, sedir ve ardıç ağaçlarından oluşan bir dokunun orta yerinde, mücevher gibi parlayan bir gölün kıyısındaydı. Tek katlı taş bir binadan oluşan okulun bir bahçesi yoktu. “Çünkü” derdi müdürümüz, “bahçe demek duvar demektir. Ben okulumun etrafında duvar istemiyorum.” Bu kafa dengi, şahane eğitimci, kendiliğinden bitiveren papatyalar, sümbüller, çiğdemlerin yanı sıra, sağına soluna bizzat elcağızlarımızla diktiğimiz elma, erik, nar, ceviz ağaçlarıyla bezeli olan, okulun önünden göle kadar inen yamacı bizim bahçemiz kılmıştı.



Farkında değildik belki ama bahçemiz olan bu yamaç bizim en büyük sınıfımızmış aslında. Edebiyat dersinde, gazel okumaya ve hatta Bekir Sıtkı Sezgin'in kayıtlarından bazı gazelleri dinlemeye sıra gelince, bu yamaçta, çiçeklerin ortasına yayılır, gazellerin önümüzdeki dünyayı yeniden yaratmasını izlerdik. Bir dağcı da olan edebiyat hocamız bazen bizi bu yamaçtan kaçırır, ormana doğru sürükler, yeterince yabanıl bir dekora ulaşınca bize Thoreau, Tolstoy, Hafız'dan ağaç kabuğuna, yaprağa, yağmura, saka kuşuna dair parçalar okurdu. Ellisini geçmiş olan hocamız bekardı. Bu yaşa ulaşmış her müzmin bekar gibi becerikli ve titizdi de. Ormanda bitirdiğimiz bir dersin dönüş yolunda, yaban mersini toplayıp, okulun mutfağında birlikte reçel yapmıştık.



Göl, göçmen kuşların göç yolu üzerindeydi. Biyoloji derslerimizin bir kısmı bu gölün kenarında yürüyüş yaparak; ilk baharsa gelen kırlangıçları, gök güvercinlerini, leylekleri karşılayıp, sonbaharsa gidenleri uğurlayarak geçerdi. Gölde sazan, yılan balığı, kurbağa, sülük de bulunurdu. Şimdilerde, bizim kalender oyun arkadaşımız sülüğün bazı hirudoterapi merkezlerinde sosyetik bir sağaltım vasıtasına dönüştüğünü görünce gülesim geliyor. Göl kenarındaki sazlıktan topladığımız kamışlarla müzik derslerimizde ney, kaval yapmışlığımız da vardı, resim derslerinde sepet örmüşlüğümüz de. Sepet örmeyi öğrenme hikayemiz de ilginçti: Göle sepetlik kamış için gelen bir çingene ailesini gören resim öğretmenimiz heyecanlanmış, okulun fırınında pişen tandır ekmeklerinden büyükçe iki tanesini koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi koşa yuvarlana yanlarına gitmişti. Yarım saat kadar sonraysa, sınıfımızda bin kurumla sepetin nasıl örüleceğini öğreten bir çingene kadınıyla karşı karşıyaydık.



Fırın dedim değil mi? Evet, fırın. Okulumuz hademelerinden biri Balkan muhaciriydi. Allem etti, kallem etti, müdür beyi ikna etti ve okulun arka tarafında bir muhacir fırını yapıverdi. Minik kubbesi, ekmek tavaları, küreğiyle tam tekmil bir fırındı bu. Yemekhane için ekmek, kahvaltı için çörek, mezuniyet yemeğimiz için kuzu pişirdik bu fırında. Bugün biri İstanbul'un, diğeri Londra'nın önemli pastacılarından olan iki sınıf arkadaşım olmasına hiç şaşırmıyorum.



Reçeldi, ekmekti, çörekti derken, duyan da yedik içtik, ders çalışmaya gönül indirmedik sanacak. Ama bu doğru da. Okulumuz böyle bir sürü boş beleş işin yuvasıydı. O sayede okuldan ayrılmak istemiyor, kütüphanede bağıra çağıra Mona Roza okumayı, ormanda mantar üzerine belgesel çekmeyi, müdürümüzün biz rahat oynayalım diye koridora çıkarıverdiği fotokopi makinesinde dergi çoğaltmayı eve gitmeye tercih ediyorduk.



Okulumuzun en ağırbaşlı yeri kütüphanesiydi. On bin kadar kitap, okulda çıkardığımız onlarcası dahil elli kadar dergi koleksiyonu, müzik ve film cdleri, fotoğraflar, kartpostallar, eski mezunlarımızdan önemli bir tarihçinin bazı defterleri ile enikonu iddialı bir kütüphaneydi. Bu tarihçinin evrakı metrukesi yüzünden, sık sık bazı akademisyenler de uğrardı kütüphaneye. Sonradan anladık ki, üniversiteye gitmeden çok önce bir çok bilim adamıyla yakınlık kurmamızı sağlayan bir fırsatmış meğer bu.



Kavgalarını ormanda yapsak da, dergi toplantılarını kütüphanede yapardık. Film günleri, yazar buluşmaları, şiir matineleri, Farsça derslerini de. O kadar sessiz bir yer değilmiş demek ki kütüphanemiz ama sessizliğe değil sese ihtiyacımız vardı bizim de.


Sayısal derslerle aram hoş değildi fakat Taşları Yemek Yasak'ı hediye ederek, yazarıyla beni tanıştıran da matematik hocamın ta kendisiydi. Edebiyatsever sayısalcılarla olur, derdik biz edebiyatçılar. Dersinde bir çok konuyu, nefs terbiyesi, manevi dönüşüm gibi ifadelerle bezeli anlatan kimyacımızsa Hayyam'ın rubaileriyle Mesnevi'yi birlikte severdi.



Şaka mı yapıyorsunuz? Tabii ki böyle bir okulda okumadım. Ama şimdi bakınca böyle bir okulda okumak değil de, okuyamamış olmak çok mantıksız geliyor.



“Alternatif eğitim”in diyorum, eğitimcilikte patikalara sapmanın diyorum, eğitimde romantizmin diyorum, vakti geldi de geçiyor.






#Bekir Sıtkı Sezgin
#Alternatif eğitim
#Edebiyatsever
9 yıl önce