|

Öykünün ‘sanki’ payı

Sibel Eraslan’ın yeni kitabı “Babam İçin Beyaz Kuğu”, hikâyenin karşılaşmalardan örülü olduğunu anlatabileceğimiz bir hikâyeler toplamı. Nasıl karşılaşmalardan bahsediyor peki Eraslan? Bir çocuğun hayatında ilk defa merhametle karşılaşması mesela. Gurbetteki bir kadının anadili ile karşılaşması yahut…

Yeni Şafak ve
04:00 - 13/04/2016 Çarşamba
Güncelleme: 20:21 - 12/04/2016 Salı
Yeni Şafak
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ


Her hikâye bir karşılaşmadır. Bir başka insanla karşılaşmak, ilk yahut son kez, hatta kişinin kendisiyle karşılaşması… Bunlar hep birer hikâyedir. Bir kül tablasından hikaye çıkarabileceğini söyleyen Çehov da bunun istisnası sayılmaz. Çünkü o kül tablasını bir insan tasarlamış, imal etmiş, bir mağazada satılmıştır; kül tablası bütün bu süreç boyunca kim bilir kaç elden geçmiştir ve her el bir hikayedir. Kül tablası ile bir kahvede, kafede de karşılaşsak yahut yıllardır evimizde duran kül tablası da olsa hayatın bir parçası olduğu kadar hikayenin bir parçası olabilir kül tablası.



Sibel Eraslan, “Kimi atlas libas düştü şükür bize aba düştü” diyen Yunus Emre'nin “şükrüyle” yaşayanların hikayelerini anlatıyor. Atlas libastan öykü çıkar mı sorusu elbette başka bir yazının konusu ancak aba ile şükredenlerden kesinlikle öykü çıkabileceğini görüyoruz onda… Elyazması bir Leyla ile Mecnun'u bugüne dek saklayan yaşlı bir hanımla karşılaşırken önce Haydarpaşa Garı'ndan şehitliğe uğurlanan Feridun Bey'in hikayesi ile karşılaşırız daha sonra da harf inkılabı sonrası reddi mirasın zirvede olduğu dönemin trajikomik hikâyesi ile karşılaşırız. Sibel Eraslan bu karşılaşmayı “Yazmak, tek kişilik ve çokça sabır isteyen, içinden geçtikçe bitmeyeceğine biraz daha kani olduğum, uzun, upuzun ve maceralara açık ve nice seraplar eşliğinde gidilen bir çöl yolculuğuna benziyor… Sanki…” cümleleriyle anlatıyor.



HİKÂYE POETİKASIYLA KURULAN DÜNYA


Cümlede yer alan “sanki” çok önemli… Çünkü hikâye hayatın bizatihi kendisi değil sankisi denecek kurgusudur. Hikâyenin “sankisi” onun için bir zaaf, bir nakısa da değildir. Hikaye hayatın kurgusu değil kendisi olsaydı kuvvetle muhtemel onu okuyamazdık bile. Çünkü hayatın ta kendisi olsaydı bir hikayeyi okumak, onunla diyalog kurmak için ne vaktimiz ne de idrakimiz yeterli olurdu. Bir iletişim biçimi olan hikaye “her anlatışta / yazışta / okuyuşta” yeniden kurgulanarak “okunmayı / anlaşılmayı” mümkün kılar zira.


Sibel Eraslan gocunanları değil incinenleri yazıyor hikayelerinde. Gocunanlar benliklerinin peşinde ve benliklerine yer açmak için nobranlaşmayı göze alanlardır, incinenler ise kırgınlıklarını kimseye duyurmadan yaşar ve ölürler. Sibel Eraslan da zaten bu noktadan açıklıyor yaralı olmanın farkını ve kendi öykü dünyasındaki yerini: “Yaralı olmayanları, hayata dair imtihanları tamamlamamış insanlar olarak görüyorum. Hayatı tanımak için kaybetmek gerekiyor. İşte, dostlukta, aşkta. Kaybettiklerimizle büyüyoruz. Her kaybediş içimizde yeni odalar açıyor. Yeni empatik yetenekler kazandırıyor. Ingeborg Bachmann'ın dediği gibi “Hayat incinmedir” sözleriyle hem hikaye yazmasının esbab-ı mucibesine işaret eden hem de hikâye poetikasını ortaya koyan Sibel Eraslan anlattıklarından ziyade hissettirdikleriyle bir dünya kuruyor okuruna. O okurunun bu hikayeleri okumasıyla Aristoteles'in öngördüğü tarzda özdeşleşme yoluyla “katharsis” sürecinden geçmesinden ziyade başka bir dünyaya adım atmasını, başka bir insanı tanımasını daha doğrusu hisleriyle tanışmasını sağlayarak daha üst bir duyarlılık mertebesine ulaşmasını sağlıyor.



YETİNMEYEN BİR YAZAR


“Olay”ın değil “oluş”un hikâyesini yazıyor Sibel Eraslan. Dokunduğu, temas ettiği meselerden çok dokusuyla, kumaşıyla kendini okutan, anlaşılmaktan ziyade hissettiren hikayeler kaleme alıyor. Karşılaşma tam da bu değil mi zaten? Bir karşılaşma “olaydan” ibaret kalırsa büyük bir ihtimalle “adli” bir vakadır. Kimin hangi dereceden suçlu olduğunun anlaşılması gerekir. Öyküye ilham kaynağı olan karşılaşma ise “oluş”tur. Hissedilmesi gereken ve “karşılaşma” bittikten sonra da okunmaya / anlaşılmaya / hissedilmeye devam edilir. İlk kitabı “Balık ve Tango”dan beri kaleme aldığı her öyküsü bir “mahrem maceraya” dönüşen Sibel Eraslan, devam edegelen hayatın nabzını yakalıyor ve bırakmıyor. Bu yüzden de yazdığı öyküler birer “can parçası” taşıyor.


İlk öykü kitabı Balık ve Tango ile “olgun” bir öykücü olarak selamlamıştık Sibel Erarslan'ı, ikinci öykü kitabı Parçası Benden'de ise bulduğu ile yetinmeyip “aramaktan” ve “talip olmaktan” vazgeçmeyen, bulduğu ilk menzille yetinmeyen, kendi mecrasında ilerlemeye devam eden bir yazar olduğuna şahit olduk. Üçüncü öykü kitabı “Babam İçin Beyaz Bir Kuğu” ise önceki öykü kitaplarında yaptığımız vurguları daha da tahkim etti.


Sibel Eraslan'ın öykü kitaplarıyla karşılaşmalarımın hikayesini böylece özetleyebilirim.


Ayrıntılar ise elbette başka bir öykünün konusu. Hep öyle olmaz mı zaten?







• • •


Babam İçin Beyaz Bir Kuğu


Sibel Erarslan


Timaş Yayınları


Mart 2016


160 sayfa




#Babam İçin Beyaz Kuğu
#Sibel Eraslan
#Timaş Yayınları
8 yıl önce