|

Sukuneti yeryüzüne kazımak(*)

Nuri Pakdil, plajların sessizliğini, “sükûtları” üfüren rüzgârda görür. Çünkü rüzgâr, aynı zamanda, elinde mühür kazıyan bir hakkâktır. Bir sanatçıdır. Onun, sanatını icra edebilmesi için sükûnete ihtiyacı vardır. O gürültüden kaçar. Beyitte “soluk soluğa zorbelâ kayığa yapıştığı” gibi.

Yeni Şafak
16:05 - 17/09/2016 Cumartesi
Güncelleme: 13:07 - 17/09/2016 Cumartesi
Yeni Şafak
ARİF AY


MÜHÜR ELİNDE HAKKÂK TUTARAK RÜZGÂRI /SOLUK SOLUĞA ZORBELÂ YAPIŞTI KAYIĞA


“Üfüren kim sükûtları buraya böyle


Ne martılar vardı ne kitap plajda da”



Beyitin adı da ayrı bir beyit olduğu için önce başlıktan başlamak gerekiyor. Çünkü, asıl beyitin anlam yükünü bu başlık taşıyor.


Asıl beyitten daha karmaşık, daha soyut bir yapısı var bu beyitin. Hakkâk, bilindiği gibi, maden, taş, tahta üzerine yazı ya da resim hakkeden usta. Halk arasında oymacı olarak da anılır. Bu ustaların oyma işinde kullandıkları kaleme hakkâk kalemi, yaptıkları oymaları kâğıda basarak oluşturdukları katologa da hakkâk defteri adı verilir.



ÇARŞIDA HAKKAK GELENEĞİ


Hakkâklar mühür vb. kazma işi de yaparlar. Yaptıkları bu işe de hakkâkî ya da hakkâklık denir. Dolayısıyla hakkâklık, işlenebilir metaller, değerli ya da değersiz taşlar ve ahşap üzerine kabartma ya da oyma olarak yazı, resim ve değişik süslemeler yapma sanatıdır.


Hakkâklık mesleği Osmanlılarda XVI. yy.'dan sonra gelişmeye başlamıştır. O dönemlerde para, madalya, matbaa harfi ve şemse türü cilt kalıpları hazırlayan hakkâklar, imza yerine kullanılan mühür oyma işleriyle de tanınmışlardır. Bunların dışında değerli taşlardan, altın, gümüş, bakır, pirinç gibi metaller işlenerek yapılan süs eşyaları ve takılar da hakkâkların elinden çıkardı. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde hakkâklık mesleğine ilişkin ayrıntılı bilgiler yer alır. Buna göre öteki sanatlarda olduğu gibi, hakkâkların da bir başı var. Serhakkâk (hakkâkbaşı) denilen bu kişi örgütün düzenini sağlar, ihtiyaçların karşılanmasına çalışır.


Hakkâklar, esnaf-ı hakkâkan, esnaf-ı mühürkünan ve esnaf-ı mühürkünam-ı sîm heykel olarak üç gruba ayrılırlar. Evliya Çelebi'nin verdiği bilgilere göre esnaf-ı hakkâkan 35 dükkan ve 105 çalışandan oluşur. Bu grubun pîri Abdullah Yumnî (Abdullah-ı Yemen) dir. Bunlar daha çok akik, fürûze vb. değerli taşları işlerlerdi. Pîrleri Hz. Osman olan esnaf-ı mühürkünan devletin önde gelenlerinin mühürlerini hazırlarlardı. Bunlar da 35 dükkan 80 çalışandan oluşuyordu. Esnaf-ı mühürkünan-ı sîm heykel grubu, gümüş mühürler, tılsımla ilgili eşyaları işlerlerdi. Pîrleri Maraş'ta, meftun olan Hazret-i Ükkâşe'dir. Bunlar da 15 dükkan 40 çalışandan oluşuyordu. Bir mühür için 100 ya da 500 kuruş ücret alırlardı. Daha sonraki dönemlerde hakkâklıkla uğraşan sanatkârlar arasında böyle bir sınıflandırma görülmemektedir.


İstanbul'da Beyazıt semtinde bir hakkâklar çarşısı vardı. Osmanlı döneminin ünlü hakkâkları arasında IV. Murad zamanında, Mahmud Çelebi, Rıza Çelebi, Ferid Çelebi'nin adlarına rastlanmaktadır.



MÜHÜR TANRISAL BİR SİMGEDİR


Hakkâkbaşı Fennî Efendi (ö. 1832), padişah ve saray önde gelenleri için hazırladığı mühürlerle tanınıyordu. XIX. yy.'da yaşamış Ermeni kökenli Benderyan ise, kendi buluşu olan özel bir yöntemle yaptığı ve Berderyan işi diye adlandırılan işlemeleriyle ünlüdür.


Mühürcü olmak için mühürcüler kethüdası aracılığıyla sadrazama başvurmak, onun onayından geçtikten sonra da padişahtan ferman almak gerekirdi. Geleneklere çok bağlı olan bu sanat erbabı, kazıdıkları mühürlere ekledikleri imzaları, birbirinden devirle ya da yanında yetiştirdikleri ustalarından alırlardı.


Mühüre gelince, onun da tarihinden kısaca bahsedelim. Günümüzde de kullanılan mühür, Mezopotamya uygarlığında Halef ve el-Ubeyde döneminde görülmeye başlar. Asurlular döneminde (İ.Ö. I. bin yıl) üzerinde tanrısal simgelerin yer aldığı mühürler bulunduğu bilinmektedir.


Anadolu'nun geleneksel mühür formu damga mühürlerdir ve bunlar Yenitaş döneminde görülmeye başlar. Asur ticaret kolonileri çağında, Mezopotamya'ya özgü silindir mühürler Anadolu'da İ.Ö. II. bin yıl başlarında kullanıma girer. Hititler döneminde çivi yazısı, insan ve hayvan figürlerinin kazındığı mühürler kullanılır. Biçim ve bezeme bakımından Mısır'dan esinlenen Finikeliler ise, damga mühürlerle silindir mühürleri birlikte kullanır.



PEYGAMBERİMİZ DE MÜHÜR KULLANMIŞTIR


Antikçağ'da Yunanistan'da da mühür kullanılmıştır. Mektuplar üzerine basılan bu mühürlerde sfenks ve portreler kullanılmıştır. Romalılar ise kullandıkları mühürlere balık, güvercin, haç gibi dinsel motifler işlemişlerdir.


Doğu ülkelerinde mühürün önemli bir yeri vardır. Sasaniler döneminde yüzük taşı olarak kullanılan ya da boyuna asılan mühürler vardır.


Peygamber Efendimiz de (SAV) üzerinde “Muhammed Resûl Allah” yazılı bir mühür kullanmıştır.


X. yy.'da Suriye ve Anadolu'da Arapça ve Latince yazılı iki dilde mühürler bulunmaktadır.


Türkler ve Farslar mühür yerine hatem sözcüğünü de kullanıyorlardı. Padişahların halkaya geçirilmiş, değişik boyutlarda tuğralı dört çeşit mühürleri vardır. Mühürler de tuğra gibi, padişahla birlikte değişirdi. İran'da ise mühür korunur, şah değiştiği zaman üzeri kazınarak yeni şahın adı yazılır.


HER VEZİRİN BİR MÜHÜRDARI VARDIR

Osmanlılarda mühr-i hümayun (saltanat mührü) sadrazama özel bir törenle teslim edilir. Sadrazamın, ayrıca, eyalet valileri gibi iki mührü bulunurdu. Fermanların başına basılan büyük mühür, vezirlerin ve kendi resmî yazılarının sonuna basılan küçük mühür. Ayrıca, her vezirin bir mühürdârı vardır.


Mühürler rika, sülüs, talik, dîvânî gibi yazı türlerinin güzelliği yanı sıra, istifleriyle de birer sanat eseri niteliğindedir. Çok küçük bir yüzeye sözcüklerin istiflenmesi büyük bir hüner işidir. Ayrıca bazı mühürler beyit biçiminde yazılmıştır. Söz gelimi, Macar Kralı İmre'nin ve Humbaracı Ahmed Paşa'nın mühürleri gibi…


Dilimizde mühüre ilişkin deyimler yer almaktadır. Mühr-i Süleyman deyimi bir gücün ve iktidarın karşılığıdır. Mühür gözlüm; koyu renkte iri gözlü anlamına, ağzı mühürlü; oruçlu anlamına, nübüvvet mührü; peygamberlik anlamına gelmektedir.


Yaz bitti. Bu kısa cümle, güze kapı açarken, aynı zamanda bedenlerdeki ve ruhlardaki sereserpeliğin de bittiğini imâ eder. Kökeni Fransızca olan plaj sözcüğü bizde yaz tatiliyle gündeme gelen bir sözcüktür. Yaz dendiğinde plajların insan kaynadığı, etten bir yığının oluştuğu yerler akla gelir. Denize girenler, güneşlenenler, güneşlenirken binde bir kitap ya da dergi okuyanlar plajın dekorları arasındadır.


Güz geldiğinde serin rüzgârlar esmeye başlar, sular soğur ve curcuna yerini büyük bir sessizliğe bırakır. Plajlarda nerdeyse insanlarla iç içe olan martılar da denizlere çekilir.


Nuri Pakdil, plajların sessizliğini, “sükûtları” üfüren rüzgârda görür. Çünkü rüzgâr, aynı zamanda, elinde mühür kazıyan bir hakkâktır. Bir sanatçıdır. Onun, sanatını icra edebilmesi için sükûnete ihtiyacı vardır. O gürültüden kaçar. Beyitte “soluk soluğa zorbelâ kayığa yapıştığı” gibi. Gürültü onun sanatına yoğunlaşmasını engelleyen en olumsuz hâldir. Birinci beyitte plajın gürültüsünden, curcunasından kaçan ve son anda kayığa atlayan bir sanatçıdır o. İşi hakkâklık olan rüzgârdır. O artık gürültünden uzakta sanatını icra eder ve güz mevsiminin özüne uygun olarak her yere sükûnet kazımaya başlar. O, doğaya bir hakkâk gibi sükûnetle birlikte yeni desenler, yeni motifler işler.


Rüzgârın binlerce yıl, taşları, kayaları, kıyıları nasıl aşındırdığını, onlara yeni biçimler verdiğini coğrafi bilgilerimizden hatırlıyoruz. Özellikle çölde kumların sürekli yeni biçimler alması, yeni tepecikler oluşturması ve onların bir hakkâk elinden çıkmışçasına sanatsal bir görünüm alması rüzgârın marifetidir.


Yaratıcı'nın tabiat içinde rüzgâra yüklediği bir meslektir bir bakıma hakkâklık. Çünkü o, ese ese tabiata yeni biçimler, yeni görünümler ekler. Sükûnetse bunların başına gelir.



(*) Osmanlı Simitçiler Kasîdesi XII

#Osmanlı
#Kaside
#Edebiyat
8 yıl önce