|

Sykes-Picot’dan Dünya İnsani Zirvesi'ne

Batılı beyaz insanın kışkırtmalarıyla Osmanlı’dan koparılıp insanlık dramına sürüklenen insanların yardımına yine Türkiye koşmakta, savaştan kaçan 3 milyondan fazla insana kapılarını açarken bir asır önce olduğu gibi dinine, mezhebine veya etnik kökenine göre ayrımcılık yapmayı aklına dahi getirmemektedir.

Yeni Şafak ve
04:00 - 24/05/2016 Salı
Güncelleme: 23:44 - 23/05/2016 Pazartesi
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Prof. Dr. Ali Murat Yel - Marmara Üniversitesi


Ortaöğretim tarih derslerinde “manda” kelimesini duymamış olanımız yoktur sanırım. Tarih derslerinin kendisinden gelen ciddiyeti yüzünden yaşları küçük olan öğrenciler her ne kadar kelimenin Türkçe anlamıyla konuyu bağdaştıramasalar da öğretmenin anlatımı veya ciddi ders kitabındaki Osmanlı'nın I. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılmasının öğrenildiği bir ortamda ancak gülümseyebilmişlerdir. Mevzu sanırım Osmanlı idarecilerinden bazılarının “İngiliz Mandası” ve diğerlerinin “Fransız Mandası” altına girmeyi tartıştıkları bir dönemde Kurtuluş Savaşı ile herhangi bir “manda”nın kabul edilemez inancıyla bağımsızlık mücadelesinin başlamasıydı. Ders kitaplarında belirtilmeyen ve öğretmenler tarafından açıklanmayan husus ise bu kelimenin aslen Fransızca “mandat” sözcüğü olduğu ve yine o dönemlerde Osmanlı Devleti'nin Batılı güçler karşısında zayıf düşmesine sebep olarak gördüğü sanayi devrimini yakalamaları için Fransa'ya eğitim amacıyla gönderdiği insanların döndüklerinde aslına uygun olarak tekrar ettikleri bir kavramdı. Ortadoğu coğrafyasında ve özellikle Türkiye'de “manda” teriminin kullanımının bu kadar eski olmasına rağmen Sykes-Picot Antlaşması'ndan –belki de yüzüncü yıl dolayısıyla- son birkaç yıldır söz edilmektedir. Bu yeni kullanımın arkasındaki pek çok sebepten birisi de siyasi istikrar neticesinde Türkiye'nin artık bir asır önceki gibi zayıf olmaktan kurtulup artık kendi kararlarını kendisinin alabileceği bir sürece girmiş olmasındandır.



TARİHİN HIZLI AKTIĞI COĞRAFYA


Ortadoğu'da bilindiği gibi tarih dünyanın diğer bölgelerine nazaran çok daha hızlı akmakta ve yapılan stratejik planlamalar daha çabuk hayata geçirilmektedir. İlk etapta hızla gelişen sanayisi için hammadde ve pazar arayışına giren Avrupa ülkelerinin sömürgeler edinme arzusuna karşılık yer altı ve üstü zenginliklere sahip bölgeleri en zayıf anlarında kontrol altına alma çabaları yeni bir dünya düzenini ortaya çıkarmıştır. Dünyanın büyük bir kısmı artık sömürge haline gelirken o dönemin “hasta adamı” ilan edilen Osmanlı Devleti de bu durumdan olumsuz etkilenmiştir. Birinci Dünya Savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Rusya arasında savaştan Osmanlı yenik ayrılırsa bölgenin kontrolünün nasıl bir paylaşımla sağlanacağına yönelik gizli bir anlaşma yapılmıştı. 16 Mayıs 1916'da Fransız diplomat François Marie Denis Georges-Picot ile İngiliz askeri diplomat Albay Sir Tatton Benvenuto Mark Sykes arasında tarihe Sykes-Picot Antlaşması olarak geçen bir sözleşme imzalanmıştı. Her ne kadar gizli imzalanmış olsa da bir yıl sonra Bolşevik Devrimi'nden sonra Rus gazeteleri İzvestia ve Pravda'da ve daha sonra İngiliz Guardian'da yayınlanarak açığa çıkmıştır. Anlaşmaya göre Fransa Türkiye'nin güneydoğusu, bugünkü Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan'nın kontrolünü ele geçirecekti. İngiltere ise Akdeniz kıyısında yer alan Güney Irak, Ürdün ve daha o günlerde planlamaları yapılan bir İsrail devleti için Filistin'i kontrol edecekti. Bu anlaşmada Rusya'ya da İstanbul, Boğazlar ve Ermenistan düşmüştü. Bu bölgeleri kontrol eden devletler ayrıca ortaya çıkacak yeni devletçiklerin de gerek sınırları ve gerekse idarecilerini de belirleyeceklerdi. “Manda” denilen bu yöntemle bağımsızlığına kavuştuklarını sanan bu yeni devletler aslında Avrupalı süper güçlerin birer sömürgesi haline gelecekti. Her ne kadar bu antlaşma Türklerin istiklal mücadelesi ve Kut'ül Amare Zaferi sonucunda tam anlamıyla yürürlüğe girmediyse de Türkiye'nin sınırları dışında kalan bölgelerde aynen uygulanmıştır. Gertrude Bell'in tavsiyeleri ile sınırlar belirlenmiş ve kimlerin kral olacağına karar verilmiştir. Hatta Irak devletinin anayasasını bile Bell yazmış, 1927 yılında Bağdat'taki evinde intihar edinceye kadar ülkenin siyasi ve kültürel hayatında etkin olmuştur. Yürürlüğe girmeyen Sykes-Picot Antlaşması başarısız sayılmamalı, tam tersine bölgedeki zihniyetin değişimine ve hatta bugünkü problemlerin ortaya çıkmasında etkin bir sebep olarak görülmelidir. Bölgedeki her bir dini, etnik ve mezhepsel unsurun kendi ulus-devletlerini inşa etme fikrinin temelinde bu antlaşma olduğu söylenebilir. Geçen sene çekimleri tamamlandığı halde antlaşmanın yüzüncü yılında gösterime giren Queen of the Desert (Werner Herzog, 2015) filmi ile sanki Türkiye de dahil bölge ülkelerine Osmanlı'nın parçalanma süreci hatırlatılmakta ve küçük gruplar kendi devletlerini kurma yolunda cesaretlendirilmektedir.



BELL'İN SÖMÜRGECİ MİRASI


Balkanlar'da olduğu gibi Orta Doğu'da büyük devletlerin parçalanarak bölünmeleri ile devlet tecrübesine sahip olmayan bu birimlerin özellikle enerji bakımından zengin olmaları gelişmiş ülkelerin iştahını kabartmaktadır. Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı Devleti'nden koparılan parçalar artık çok daha küçük ve kolay idare edilebilecek hale getirilmeye çalışılmaktadır. 1916'da etnik ve siyasi yapılarına bakılmadan rastgele bir biçimde ortaya çıkarılan devletler zamanla içlerindeki farklı unsurların teşvik edilerek yeniden parçalanma aşamasına gelinmiştir. Queen of the Desert filminde de açıkça görüldüğü gibi, yüz sene önce masa başında Gertrud Bell benzeri sömürgeci unsurlar eliyle cetvel ve kalemle belirlenen sınırların günümüzdeki problemler açısından ne kadar isabetli olduğu da söylenebilir. Bell gibi bölgeyi lisanları ve kültürleriyle çok iyi bilen bir kadının sınırları belirlemesi ve kimin kral olacağını tayin etmesini düşünmek biraz safdillik olacaktır. Günümüz Irak ve Ürdün'ünün sınırları bizzat onun elinden çıkmış ve yine o günlerde Lübnan'ın genişletilmesi de sorunların başlangıcı olmuştur.



TARİHTE BİR İLKE EV SAHİPLİĞİ YAPAN ÜLKE


Osmanlı Devleti içerisinde pek çok farklı etnik ve dini unsur asırlarca bir arada yaşayabilmişken günümüzde en küçük farklılığa bile tahammül edilemeyen bir ortam inşa edilerek çeşitli menfaat ilişkileri oluşturulmaktadır. Halbuki tarihsel olarak İspanya'da yaklaşık sekiz asır birbirinden farklı inançlara sahip insanlar convivencia (birlikte yaşama) anlayışıyla saygı ve dayanışma temelinde yaşamışlardı. Yine Osmanlı Devleti'nde oluşturulan millet sistemi sayesinde devletin farklı unsurları sorunsuz bir şekilde altı yüzyıl bir arada tek bir devlet altında sorunsuzca yaşamışlardı. Fakat Batı'nın asırlar sonra kendi içlerine gelen göçle birlikte karşılaştıkları zaman farkına vardıkları bu durum için multi-culturalism (çokkültürlülük) gibi kavramlar üretseler de tarihsel ve kültürel bir altyapıları olmadığından başarılı da olamamışlardır. Kendilerinin sebep olduğu Ortadoğu karmaşasından canını kurtarma telaşıyla Avrupa ülkelerine iltica etmeye çalışan masum insanlara karşı tavırları da hepimizin malumudur. Nitekim bu insanlık trajedisi karşısında yine Türkiye ön plana çıkarak elinden geldiğince insani yardım seferberliğini başlatmıştır. İstanbul'da dün başlayan ve BM Dünya İnsani Zirvesi, alanında bir ilk olmasının ötesinde Türkiye'nin milli gelirine oranla dünyanın en cömert donör ülkesi olmasından dolayı ev sahipliği yaptığı bir girişimdir. Birleşmiş Milletler üyesi 125 ülkenin resmi heyetlerinin katılımıyla yapılan bu zirvenin en önemli amacı ister doğal afetler isterse savaş gibi trajedilerden dolayı yardıma muhtaç insanların sayısının giderek arttığı günümüzde insani yardımların daha etkin bir şekilde kullanılmasına yönelik müdahale sistemlerinin geliştirilmesidir. Batılı beyaz insanın kışkırtmalarıyla Osmanlı'dan koparılıp insanlık dramına sürüklenen insanların yardımına yine Türkiye koşmakta, savaştan kaçan 3 milyondan fazla insana kapılarını açarken bir asır önce olduğu gibi dinine, mezhebine veya etnik kökenine göre ayrımcılık yapmayı aklına dahi getirmemektedir. İstikrarını koruyabildiği ölçüde Türkiye bölgesinde güçlü bir aktör olarak yeni trajedilerin ortaya çıkmasına engel olacaktır. Bu sebeple bölgede güçlü ve kendisine güvenen bir Türkiye olmasına engel olmaya çalışanlara karşı uyanık olunmalı ve birlik ve beraberliği ile komşularına örnek olabilecek bir ülke haline gelmelidir.





#Dünya İnsani Zirvesi
#Osmanlı
#Ali Murat Yel
8 yıl önce