|

Türk dış politikasında stratejik göz - II

Büyük Ortadoğu Yangını, dünya düzeninin çatışmaya doğru evrilen dinamikleriyle Türkiye'nin sınır boylarında buluşuyor. Önümüzde uzun ve zorlu bir mücadele çağının kapıları açılıyor.

Yeni Şafak
04:00 - 18/01/2016 Pazartesi
Güncelleme: 22:45 - 17/01/2016 Pazar
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
-Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Gazi Üniversitesi



Uluslararası ilişkiler kuramları, çoğunlukla üretildikleri ülkenin dünya siyasetiyle konjonktürel münasebetlerinden etkilenirler. Bilim insanları, özel bir telkin hissetmeseler bile devletlerinin taraf olduğu büyük dış politika tartışmalarına dair bir perspektife ve ülkeleri adına sorun çözme motivasyonuna sahiptirler. Konstrüktivizm, nükleer silahlara dayalı dehşet dengesinin ve ABD'ye kaba kuvvetle meydan okuyabilecek ciddi rakibin ortadan kalktığı bir iklimde yaygınlık kazandı. Savaş yapma/askeri müdahalede bulunma tekelini zaten elinde tutan Washington'un bu dönemdeki ihtiyacı, Demir Perde'yi yıkan zaferin ganimetlerini kalıcı kılacak uygun savaş dışı stratejilerin keşfiydi. Söylemin sihirli gücü bu esnada yeniden hatırlandı. Kuramın orijinal tarihsel şartlarının konumuzla alakası bakımından öncelikle dikkat etmemiz gereken tarafı, inşacı iddiaların diğer kuvvet parametreleriyle münasebetidir. Söylem, ancak maddi güçler arasındaki dengesizliğin gölgesinde sonuç üretmekteydi.



Örneğin ABD, küresel iktidar hiyerarşisinin alt basamaklarında bir ülkeyle ilişkilerindeki sorunları, çıkar tanımlarını yenileyerek çözmek isterse sistemdeki diğer oyuncular bu yeni politikadan rahatsızlık duysalar da süreci çelmelemeyi kolay kolay düşünemezler. İlgili ülkenin husumeti sürdürmesi ise yalnızca ödeyeceği tek taraflı bedeli arttıracaktır. Bu yüzden, sonucu belli bir askeri çatışmaya girmek yahut ambargolarla boğuşmaktansa gerilimden çıkış imkanı sunan yeni söyleme ikna olmak, pek çok rasyonel aktöre daha makul gelebilir.



DİĞER AKTÖRLERİN ETKİSİ

Ancak, açıktır ki dünya sistemindeki konumu, Ankara'ya aynı imkanları bahşetmiyor. Türkiye'nin dönüşerek dönüştürmek istediği aktörleri çatışmanın çözümünden çıkarları etkilenecek diğer oyuncuların nüfuzundan bütünüyle yalıtma imkanı yok. Yine bu aktörler, sorun çözülmediği takdirde ağır bir bedel ödemek zorunda kalacaklarını da düşünmüyorlar. Üstüne üstlük, Ankara'nın eski siperlerini terk edişini, uzlaşmaya yönelik iyi niyetli bir adımdan ziyade zaaf alameti olarak yorumluyor, kendi pozisyonlarında ısrar için inanç ve umut tazeliyorlar. PKK meselesinde şahit olduğumuz gibi, güvenlikleştirme/güvenliksizleştirme süreçlerinin kısa zaman aralıklarıyla ters istikametlerde tekrarlanışı, ilave güvenilirlik zafiyeti yaratarak sözün tesir kudretini aşındırıyor.



ÖĞRETİCİ SONUÇLARA ULAŞMAK

Söylemin gücüne dayanılarak yürütülen stratejilerin başarısızlıklarında, layıkıyla yönetilemeyen psikolojik faktörler de önemli paya sahipler. Örneğin, Bir dış politika ilişkisinin yalnızca tehdit kategorisinden çıkarılıp güvenliksizleştirilmesiyle muhatabın dönüştürülebileceğine dair abartılı ümit, zamanla yerini eski düşmanın hızla değişmesi gerektiğine dair güçlü inanca bırakıyor. Beklentilerin gerçekleşmeyişi ise rasyonel sayılabilecek sınırları aşan tepkileri tetikleyebiliyor. Duygusallaşmış reaksiyonlar, aradaki münasebetleri güvenliksizleştirme sürecinden önceki konuma kıyasla daha gerilimli bir safhaya taşıyor. Pasif husumetten, aktif düşmanlığa geçiliyor. Suriye ve PKK ile ilişkilerin dalgalı seyrinin bu çerçevenin içinden yeniden değerlendirilmesi, bizi çok öğretici sonuçlara ulaştırabilir.



MUHALEFETİN KÖRLÜĞÜ

Bu değerlendirmelerle, yazımızın ilk bölümünde zikrettiğimiz soruyu yeniden düzenleyebileceğimiz noktaya geldik. 2016'da ve sonrasında Türkiye'nin yüzleşmek zorunda kalabileceği güvenlik sorunlarını sağlıklı biçimde teşhis için nasıl bir stratejik göze ihtiyacımız var? Cevabı nerede aramamamız gerektiğini yukarıda özetledik. Ancak, şu hususu da ilave etmeliyiz. Eski iktidar bloğunun artık muhalefetteki bileşenleri de Türkiye'nin Batı'yla bağlarını sıkılaştırarak tüm sorunlarını çözebileceği inancına yaslanmanın ötesine geçebilmiş değiller. Zihinlerindeki, 1990'ların tek kutuplu atmosferinde küreselleşme rüzgarlarının sert estiği günlerde donmuş dünya sistemi imajı ve Batı tasavvuruyla aktüel gerçeklik arasında büyüyen bir gerilim var. Ekonomiden sosyal ve siyasi hayata uzanan yelpazede muhtelif renkleriyle yeni milliyetçiliğin zeminini dünya ölçeğinde her geçen gün genişlettiği günlerdeyiz. AB ülkeleri, sınırların tahkimi ve milli kimlikle ilgili tartışmalarla çalkalanıyor. Yeryüzü rüzgarları, düşünce dünyalarını referans değerlerden ziyade somut Batılı modellere dayandıran Türkiyeli liberaller ve müttefiklerinin karşısından esiyor. Ayrıca, iktidar kavgasının gereklerini ideolojik tutarsızlık pahasına öncelemenin yarattığı, sonuçları orta ve uzun vadede hissedilecek tahribatı da not etmek lazım. PYD/YPG'nin Suriye'deki kantonlarında uyguladığı bireyi ezen baskıcı kollektivist modeli, sırf bu örgüt ABD'yle işbirliği yapıyor diye görmezden gelip "Rojava'ya" alkış tutacak derecede ideolojik kök değerlerinden çok ulus ötesi ittifaklarına sadık bir liberalizmin üreteceği stratejik göze güvenmek mümkün mü?



TÜRKİYE'NİN SINIR BOYUNDAKİ BULUŞMA

Bu soruya verdiğimiz "hayır" cevabı ve yeni dünya gerçekliği, arayışımızın yönelmesi gereken istikamete de işaret ediyor. Büyük Ortadoğu Yangını, dünya düzeninin çatışmaya doğru evrilen dinamikleriyle Türkiye'nin sınır boylarında buluşuyor. Önümüzde uzun ve zorlu bir mücadele çağının kapıları açılıyor. Kopmakta olan fırtınayı en az badire ile atlatabilmek için dünkü yanlışları tekrarlatmayacak bir stratejik göze ihtiyacımız var. Bu yüzden yeni "Türk gözü"nün parametreleri, 2016'daki tartışma gündemimizin ayrılmaz bir parçası olmalı. Zira, göz değişmeden göreceklerimiz değişmez...





#Türk dış politikas
#ortadoğu
#sınır
8 yıl önce