|

Yazıyla yüzleşme

Emektar kalem Selim İleri’den yeni bir roman: Sona Ermek. 68 yaşındaki bir yazar, bir türlü bitiremediği romanı üzerinde çalışmaya başlar. Ancak zamanla dil, üslup, duygular değişmiştir. Kitap boyunca gerçeklik ve kurgu arasında gidip helir okuyucu. İleri’den kendinden başka gidecek bir yeri olmayan insanın romanı...

Yeni Şafak ve
04:00 - 20/06/2017 Salı
Güncelleme: 08:12 - 20/06/2017 Salı
Yeni Şafak
Selim İleri
Selim İleri
NECİP TOSUN

Selim İleri son romanı Sona Ermek’te, Dördüncü Murad üzerine bir roman yazmak isteyen anlatıcının bunu niye yazamadığının hikâyesini anlatır. Bu yazma serüveninde, insanın evrensel sorunları, yazmanın sorunları, yazma biçimleri gündeme gelir ve edebiyat tarihi içinde yazarlar, eserler arasında bir yolculuğuna çıkılır. Anlatıcının belleğinde yer etmiş, karşılığı olmuş yazarların hayatları, eserleri gündeme gelirken büyük bir ansiklopedi roman çıkar karşımıza.

SAYFALAR ARASINDAKİ ÖLÜM

Sona Ermek’te, altmış sekiz yaşında bir yazar, çocukluğundan, gençliğinden başlayarak onu etkileyen, çarpan edebî eserleri, şiirleri, filmleri, tiyatro oyunlarını, yazarları, roman kahramanlarını şiirsel bir dille hikâye eder, bunlardan yola çıkarak kendisiyle, yazdıklarıyla, çevreyle, hayatla yüzleşir. Hayatına giren her şey onun belleğinde yaşamış, derin izler bırakmıştır. Zihnindeki bu revülerden oluşan sahneleri bir roman bütünlüğü içinde art arda sıralar. Tüm hayatını, yaşadıklarını bir baloda toplar onları iç içe geçirir, sonra konfetiler yağdırır. Ölümler, umutlar, kırgınlıklar…

Zaten Selim İleri’nin en önemli yazı kaynakları, kitaplar ve yaşantılar/hatıralardır. O tümüyle okuduklarından, yaşadıklarından yola çıkar ve sanattaki yöneliminin temel taşlarını, sanatını besleyen kaynakları, sanatçı kimliğini etkileyen olayları, yazarları, çevreleri, eserleri, nostaljik bir tatla yazıya döker. Bireyin içsel serüvenini anlatırken, çevre-toplum-yapı gibi dış koşullardaki değişimi, bunların birey üzerindeki etkisini irdeler. Pek çok eserinde, yazınsal sorunları metnin merkezine yerleştirerek, alttan alta bir poetika da oluşturur.

Romanda, yazar bir yandan da kendiyle yüzleşmekte, edebiyat geçmişini, dünü, bugünü aktarmaktadır. Değişen edebiyat anlayışları ve okur profilini tartışır. Aslında bütün bir romanın dayandığı temel vurgu fanilik duygusudur. İnsanın kaçamadığı tek şey ölüm duygusudur. Roman, kitaplar, yazarlar, ölümler üzerine yazılmış dokunaklı bir ağıt gibidir. Geçip gitmiş güzel günlere, yaşanmamışlıklara… Çünkü zaman kısalmaktadır, fanilik gelip çatmıştır belki de kütüphanesindeki o güzelim kitapları asla bir kez daha okuyamayacaktır. Ölüm roman boyunca sayfalar arasında gezinir. Ama asıl bu yolculukta genç ölüler yazarın peşini hiç bırakmayacaktır. Romanın en temel laitmotif’i ülkede “genç ölüm”lerdir. Anlatıcı roman boyunca bu yaralayıcı gerçeği sürekli gündemde tutar ve romanda bir ritim öğesi, bir devamlılık unsuru olarak kullanır: “Ay-yıldızlı bayraklara sarılı tabutlar, ister sağda ister solda, genç ölümlere yas tutmaya çalışıyordun.”

Yazar da bir bir sözcüklerini kaybetmekte, hafızası boşalmakta, yalnızlaşmaktadır. Bir iflasla karşı karşıyadır. Son Ermek bir anlamda yazarın yaşlılık hüznüdür: “Yazar yaşlandıkça eseri de yaşlanır, yeni yazdıkları. Her yeni yazdığı daha yaşlı, daha bitkin. Ne kadar çabalarsa çabalasın, gençlikteki üslûbunu bir daha yakalayamaz. Merhametsiz bir şeydir bu. Eski izlekler, eski dile getirişler, geçmişteki, gençlikteki sahneler sık sık, ikide birde belirir ama, mücevherin ışıltısı donuklaşmıştır. Gökyakutun gece mavisine sinsi bir karanlık yürür. Boşuna aranırsın gençlikteki coşkuyu.”

YAZMAK HİÇLİKTİR

Yazmak ve yazı romanın ana izleğidir. Yazarak acıların dineceğini sanan yazar bunun bir yanılgı olduğunu kabullenir: “İnsanların acılarını yazmaya yemin etmiştin, hiçbir acıyı dindiremedin.” Sonunda yazmak eyleminin öncesiz sonrasız bir yalnızlık olduğunun ayrımına varacaktır: “Gerçekten gülünçtü, çok gülünç, acıklı gülünç: hayatı edebî bir metin sanıyordun, her şey roman, her şey şiir. Edebî metinler hayatı değiştirecek.” Git gide yazmaya ilişkin güvenini kaybeder. Yazmak hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Yazmak beyhude bir uğraştır. Yazmak hiçliktir: “Tortudur yazdıklarınız, yazacaklarınız. Umutsuz, boşuna bir çaba.” En acısı da yazının hiçbir şeye dokunamayacağının ayrımına varmaktır: “yazılar çiziler hiçbir şeyi değiştiremedi.”

Roman boyunca kurmaca ve gerçeklik ilişkisi tartışılır. Kurmaca gerçekliği ne kadar yansıtacak ne kadar kurgunun gerçeklerine uyacaktır. Yazar yarattığı kişiliklerle gerçekleri karşılaştırır, aralarındaki uzaklığı açık eder. Yazar hep kendi gerçekliğini gizlemiş, hayal aleminde kendi arzularını roman kahramanlarında yaşatmıştır. Hiçbir zaman ruhunun gizlerini açma cesareti gösterememiştir. Roman kahramanları üzerinden bunu aktarmaya çalışmıştır. Yalan, sahte dünyalar kurmuştur.

Anlatıcı edebiyattaki özellikle yalnızların, yenilmişlerin, dünyaya sokulamamışların izini sürer. Ingeborg Bachmann’ın, Wirgina Woolf’un, Cesara Pavese’nin, Katherine Mansfield’in, Gustav Flaubert’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Ahmet Haşim’in, Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Sait Faik’in, Mehmet Rauf’un eserleriyle hayatlarını iç içe geçirerek melankolinin, acının, arayışların anlamını, gizlerini çözmeye çalışır. Sonu intiharla biten romanların kahramanlarını gündeme getirerek onların sonlarını irdeler: “İstedikleri kadar melodram, uçuz desinler, roman kahramanlarının intiharı doruktur!” Tümüyle sonlara odaklanır. Gerçek yaşamların sonlarına, roman kahramanlarının sonlarına. Yalnızlıklarının, kıyıya vurmuşluklarının, yenilmişliklerinin nedenini anlama çalışır. İntihar etmiş yazarların sonlarını irdeler, o duyguları, yaşanan yalnızlıkları, birbiriyle ilişkisiz yazarları birbirine yaklaştırarak bir bütün oluşturur.

Altmış sekizine gelmiş yazar, gençliğinde yazdığı ama bitiremediği romana yeniden döner ve bu uzun aradaki değişimleri, bakış açısı değişikliklerini, dil değişimlerini, duygu değişimlerini izler. Ama her şey değişmiş, eskimiş, yolun sonuna gelmiştir. Yeryüzünün binlerce yıldır süren iktidar ve ihtiras tutkusunu, Sultan Murad örneğinden yola çıkarak, tarihçilerin onu nasıl yansıttıklarını araştırıp kendi romanını oluşturmaya çalışır. Padişahın daha çok insani yanları ön çıkarılır. Onun arzularını, yaşamını kavuran özleyişini, var olma savaşını… Ama ne yaparsa yapsın hep bir şeyler eksik, hep bir şeyler yarım kalmaktadır. Yazarın Dördüncü Murad algısı elbette tarihsel gerçekler ışığında tartışılabilir, eksik, yanlış bulunabilir, itirazlar getirilebilir. Ama dramatik bir döneme edebiyatın büyük gücüyle insancıl ve dil inceliğiyle yaklaştığı açıktır.

GEÇMİŞ ZAMANIN PEŞİNDE

Selim İleri, eserlerinde biçim problemini tümüyle çözmüş edebiyatımızdaki az sayıdaki yazarlardan biridir. Hikâyesini “nasıl” anlatacağı konusunda, onu disipline etmede, biçime dökmede ustadır. Modern edebiyatın geldiği yeri, tüm olanaklarını iyi kavramış/özümsemiştir. Atmosfer yaratmada, psikolojik tahlillerde neredeyse kusursuzdur. Eserlerindeki yüksek gözlem gücü ve ayrıntı zenginliği hemen ilk bakışta hissedilir. Eserlerini coşkulu, duyarlı bir anlatıma yaslayan İleri, şiirsel düzyazının düzeyli örneklerini verir. Yaşadıklarından, okuduklarından, kurduğu dostluklardan yola çıkarak oluşturduğu sanat evreni kusursuzdur.

Sona Ermek’teki ikinci tekil şahıs anlatımı romanın başarısındaki en büyük enstrüman olmuş. Bakış açısı tercihi oldukça başarılıdır. Bilindiği gibi birinci ve üçüncü tekil şahıs anlatıya göre daha az kullanılan ikinci şahıs anlatımda (“sen/siz anlatım”) anlatıcı ses, kahramana bir ayna tutmakta, onun bilincine girmekte, kahramana kendisini anlatmaktadır. Burada anlatıcı, karşısındakinin bütün zihinsel durumlarını, hayatını, hayata bakışını bilmekte ve kahramanın öyküsünü ona ve okura anlatmaktadır. Bu onun konuşmak isteyip de konuşamadığı iç sesi, yüzleşmenin sesi gibidir. İfade ettiği, etmediği duyguları, izlenimleri onun yüzüne açık etmektedir. Bu anlatımda hem birinci tekil şahsın hem de tanrısal anlatımın imkânları kullanılabilmektedir. Metinde anlatıcının sesi kahramanı çözen, deşifre eden bir üst sestir. Bir başkası kahraman adına konuşmaktadır. Bu gerçekleri kahraman kendine bile anlatmaktan çekinmektedir. Ama şimdi artık her şeyin konuşulma, tartışılma anıdır. Bir başka deyişle anlatıcı sesi hem okur hem de kahraman dinlemektedir. Sona Ermek’te Selim İleri bu bakış açısını ustalıkla değerlendirir.

Selim İleri’nin tutkunu olduğu tipler, her zaman yalnızlar, ömür boyu yalnızlığa mahkûm edilmiş incelikli insanlar olmuştur. Onun “tutunamayanlar”a tutkunluğu, bütün bir sanatını kuşatmıştır denilebilir. Hatıraların, ödeşmelerin dolayısıyla “geçmiş zamanın peşinde” acıları, yalnızlıkları, hüzünleri dile getirir. Çünkü ona göre, insanın ana rahminde başladığı yalnızlığı tabuttaki yalnızlığına ulaşır. Aradaki her şey “yaşanmamışlıklarla” doludur. Bunu önlemeye yönelik her girişim sadece nafile çabalardan ibarettir.

Sona Ermek de onun benzer temalarından oluşur ve tam bir yüzleşme romanıdır. Bu yüzleşmede, bilinçaltındaki acılar, yalnızlıklar, pişmanlıklar konfeti olup yağarlar. Ölüm, en çok ölüm yağmaktadır. Ama bir yazarın tüm bu kırılmışlıklara rağmen yapacağı, sığınacağı tek şey yazmaktır. Roman bu cümlelerle biter: “Konfetiler yağıyor, ölüm konfetileri. Yazmaya başlıyorsun.” Çünkü insanın kendinden başka gideceği bir yer yoktur. İç sesinden, iç dünyasından… İnsan sönecekse orada söner. Işığı bizzat kendisi kapatır.


• • •

Sona Ermek

Selim İleri

Everest Yayınları

2017

264 sayfa

#Selim İleri
#Kitap
7 yıl önce
default-profile-img