Sedat Demir ilk kitabı “Küçük Paris Fena Öksürüyor” ile farklı bir kurmaca örneği çıkartıyor karşımıza. Yazmayı, dünyanın sıkıcılığına paralel, ona değermiş gibi yapan başka bir dünya kurma çabası olarak tanımlayan Demir, “Yazmak bir oyun ama çok ciddi bir oyun” diyor.
Biraz fena. Öksürüyor. Anlatmak istiyor. Küçük Paris Samatya'nın kendisi. (Olamaz mı?) Derdi olan hastadır, en azından derdini anlatmak ister. Anlatınca da azıcık rahatlar. Öte yandan, çocukluğumda Samatya'da çok fazla ahşap ev vardı, metruk. İçi, malzemesi nedeniyle toz tutmuş. Ciğerleri toz dolu gibi görünürdü bana. Öksürse sizi boğacak. Sanırım ilk okuduklarım bu evlerdi. İçindekiler. Epey yaşlı insan vardı. Aralarında konuşurlarken uzun uzun yüzlerine bakardım. Çocuk olduğum için ses etmez, sohbete devam ederlerdi. Hem yüzlerini, hem anlattıklarını okudum. E tabi zaman içinde, alfabeyi söktüğümden bugüne değin biraz kitap okumuş olabilirim, kabul ama o yaşlarda okuduklarımı birden yazıverdim. Yazıvermek diye bir şey vardır.
Geç olup olmadığını bilmiyorum; ama şu an çok fazla dosya var klasörümde, yakında editörleriyle tanışırlar. Aslında geç değil, tam zamanında. Ciğerlerim çok sağlam değil, daha epey öksüreceğim var. Anlatacaklarım. Şu an itibarıyla sadece bir kere öksürmüş oldum. Evet yazıvermek diye bir şey var. Gördüğü yüzleri, duyduğu hikayeleri eğip büker insan evladı zaman içinde. Bunları, kim ne derse desin mitleştirir. Başka mitlerle birleştirir. Başka kurmacalardaki arketiplere yaklaştırır. Kanona bulaşırlar. Belki tekrar yazdığımız dönemdeki bilincimize sataşır. İşte o zaman anlatırsın. Anlatıverirsin. Yazmanın, dünyanın sıkıcılığına paralel, ona değermiş gibi yapan başka bir dünya kurmak çok baba bir çaba. Yazdığında, zihnindeki yalanlarla doğruları ayrıştırıp barıştırıyorsun, rahatlıyosun. Öte yandan yazmak bir oyun ama çok ciddi bir oyun.
Aslında kurmacada türlere pek inancım yok. Bilmiyorum. Buradakiler… Otuz kısa öyküden oluşan tek bir novella ya da üç küçük romandan oluşan bir roman olduğu da varsayılabilir. Tür sınırlamalarının bence pek bir anlamı yok. Ben hepsine birden hikaye diyorum. Ne diyeyim. Her iki türü de, siz diyorsunuz bunu, karakter sayısı sınırlamıyor. Ya da, metnin gerçek zamanının süresinin de bir sınırı yok. Böyle biliyorum. İlk okuyanlar farklı tür başlıkları söyledi. Kitabın editörü de böyle bir yaklaşımı uygun gördü. Amos Oz'un kır yaşamından farklı hikayeleri seçip öyküleştirerek romanını oluşturması gibi. Ya da romanını farklı mekan, karakter ve olay örgülerine bölmesi gibi. İnsan bazen derin bir nefes alıp, “türler, türler ne önemi var ki türlerin” diyor.
Öncelikle başlıkları iki paragraf sonra devreye giriyor. Anlatıcı, hikâye arayan bir duygu. Yoksa çelişkilerden oluşan bir olgu mu demeliyim, bilmiyorum. Öncelikle bir esin ve bir denklem peşinde. Yani yaşadığımız dünyanın gerçekliğinden, metnin gerçekliğine geçişte yer alıyorlar. Bir de şu var. Efsaneye göre öldükten sonra, bir de kumruya dönüşüyorsanız adınızı da derinizle birlikte döküyorsunuz ve üç öyküde de neredeyse tüm kahramanlar asıl isimleriyle yer almıyorlar. Mesela, anlattıklarım tamamıyla gerçek. Üç öyküdeki özellikleriyle tüm karakterler de. Yani yaşadılar. Asıl isimleri gerçek değilse, ne önemi var benim onlara verdiğim adların. Mesela ikinci öykünün kahramanının adının Nurperi değil de, Belkıs olduğunu söylesem, bu ismi de kim bilir Belkıs'ın alt katındaki bakkalın verdiğini söylesem, inanır mısınız?
Öyle de diyebiliriz. Mekân tercihi anlatının gidişatını epey belirler. Karakter ve mekân seçimi, her ne kadar belirleyici olsa da, anlatacağım hikâye için uygulamaya çalıştığım yazınsal teknikler bir bakıma başat unsur. Öncelikle epilog dediğimiz bölümde ziyadesiyle geleneksel hikâye anlatıcılığıyla modern olanını yan yana getirmeye çalıştığım ortada. Sonraki bölümde, bütünüyle kendi uydurduğum bir söylence var ve bu söylencenin yatağından çıkıyor öyküler. Daha sonrası bir meydan okuma. Samatya hikaye anlatmak için güzel bir yer. Ama kitaptaki anlatıcısından daha fazla anlam yüklemek biraz da anlamsız.
Evet, aslında öyle. Ancak uydurduğum söylencenin de tarihi bir kıssa olduğunu yayımlanmaya çok yaklaşmışken fark ettim. Süleyman Peygamber ile Saba Melikesi Belkıs arasında çok benzer bir vakıa yaşanmış. Biraz ürperdim sonrasında. Ancak ne var ki, bundan 2500 yıl önce Süleyman Peygamber bizzat kendisi, “yeryüzünde yeni bir şey yok ki, anlatılsın” demiş. Bunu hatırladığımda rahatlamadım değil. Mesela değillemeci düşünüşün örnekleri var. Ya da kitabın okurlarından birisinin, “Cortazar'ın bir metninde, metni durdurmadan anlatıcı değişitirme yöntemine benziyor bu” dediğinde yazdıklarım ilgimi çekmedi değil. Cortazar'ın sanırım boksörlü bi hikayesimiymiş neymiş. Diğerlerini okumuştum, bunu okumamıştım. Okuyacağım.
Yazmak bir oyun, ama çok ciddi bir oyun. Affedin, zihnim dağıldı biraz, toparlayayım. Aslında üç hikâye de, finalini sıradan okura pekâlâ yaklaştırabilirdim. Ama ne yalan söyleyeyim şimdi, üçünün sonunu bozdum. Kesinlikleri ortadan kaldırdım. Öncelikle beni anlatıcının yerinin kesinliği rahatsız eder. İlk öyküde bunu silikleştirmeye çalıştım. Tek karakterin baskın olma kuralı da aslında üzerinde düşünülebilir bir konu. Yer yer en önemlisiymiş gibi görünen karakteri, o karakterin anlatmaya çalıştığı ikincil düzeyde bir karakterin kuklasıymış gibi görünmesini de sağlamaya çalıştım. Hâlihazırda ilk karakterin yazma çabası ve bu çabadaki handikapları buna fazlasıyla izin veriyor. En başta sözünü ettiğim ve Calvino'nun da Amerika Dersleri'nde vurguladığı hızlılık, kesinlik, oyalanma gibi eğilimlere sadık kaldım.
Eh, metnin yazarlarından birisi olma ihtimali olma taşıyanın Sadberk olduğunu düşünürken, onun zihninin içindeyiz okur olarak. O da istediği gibi odağı sona değil, ortaya çekmiş. Adı Sadberk bir kere. Parça parça. İlk hikâyede çok daha fazla karakter var diğerlerine göre, anlatıcı da buna vurgu yapıyor bir yerde. Esas olan burada, yazma tutkusunun peşimizi bırakmayışı.
Doğru bir saptama, evet, öyle. Sırasıyla kendisine yaklaşılmaya çalışan, yanlış anlaşılan ya da sığınılan birer merkeze dönüşüyor bu sanat dalları, üç öyküde. Üç kahraman da, yaşamın sıkıcılığından, acı veren yönlerinden bu üç sanata farklı biçimde kaçıyorlar. Bu kaçış biçimini sorguluyorum sanırım, daha çok onları yanlış anlayarak yaşamı yanlış anlamayı. Ya da tam tersi. Yaşamı. Ama bu da keyifli bana sorarsanız. Yanlış anlamanın kötü bir sınav sonucu olabileceği, doğruyu eğip bükmenin, gerçekten uzak olmanın da başka bir keyfi var bence.
Sanırım öyle oldu. İlkinde daha literal bir eğilim, ikincisinde daha görsel. İkincisinde ben farkında olmadan, paragraf paragraf, adını yanlış hatırlıyor olabilirim şimdi, Kuleşov diye bir sinema kuramcısının maddelerinin izi varmış. Bana onun adını, bir sinema mezunu söyleyince, ne bileyim ben, “Spartak Moskova” deyiverdim. Tanımıyordum. Arkadaş tek tek gösterdi. Üçüncüsünde daha dramatik bir yapı var sanırım. Elbette yapmaya çalıştığım bir görgüyü –kendi edebiyat görgümü-, bir bilinci yarı örtük/ yarı açık bir yordamla aktarmak. Bu çabama, anlatıların arasına isteyerek, istemeyerek sosyo-politik bir uzam da ekledim. Eklemiş olabilirim. En nihayetinde bir toplum içinde yaşıyorum ve olup biten hakkında elbette bir fikrim, doğru bakma konusunda bir uğraşım da var. Bana sorarsan her şey politik, şurada duran bardağın durma biçimi bile. İster istemez üç çok yaşlı insandan bahsediyorsak, bunlar mutlaka yakın tarihin bazı içeriklerine de sahipler. Öyküleri yazdıktan çok sonra fark ettim bunu. Edebiyatın üstüne çıkmamış bu. Bunu yazarken hissediyorsun. Ben saklıyorum. Üzerini örtüyorum, kat kat. Elbette politik etkiler doğrultusunda bir ayak başparmağı falan dışarıda kalmış olabilir. Onu da örtmeyiveririm. Edebiyat nihai yol benim için. Aynı zamanda çıkış noktası. Nefis bir metin gördüğümde öylece dururum. Bakakalırım. Yazarı kimmiş, neciymiş, umurumda değil.
Neler oluyor neler. Hatta birkaç arkadaşım bana ikisini karıştırıp “Sedalus” bile dedikleri oluyor. (Gülüşmeler) Tabi ki yayıneviyle, editörlüğümle anılmak güzel ama ben sanatımla gündeme gelmek istiyorum. (Gülüşmeler) Şaka bir yana, insan resim yaparken, boyadıktan sonra ona bakıp, “sanatçıyım ben” diyor mu acaba? Demesin. İstediği şeyi gerçekleştirmekten keyif alsın sadece. Bak şimdi konuşurken aklıma geldi, her zaman aklıma takılır, neden güzel sanatlar fakültelerine dâhil değil? Edebiyat çirkin mi?
• • •
Küçük Paris Fena Öksürüyor
Sedat Demir
Dedalus Yayınları
Ocak 2016
112 sayfa