|

Aşk hikâyeleri, Türk halkının romanlarıdır

“Aşk Gölünde Yüzen Canlar” adlı üç ciltlik eser, tarihimizdeki klasik aşk hikâyelerini bir araya getiriyor. Edebiyatımıza büyük katkısı olacak bu çalışmayı yayına hazırlayan N. Ahmet Özalp, “Aşk hikâyeleri, Türk halkının romanlarıdır. Bir romanın içinden çıktığı toplumla ilişkisi neyse ve nasılsa bu hikâyelerin ilişkisi de öyledir” diyor.

Yeni Şafak
04:00 - 13/07/2016 Çarşamba
Güncelleme: 21:30 - 12/07/2016 Salı
Yeni Şafak
-İPEK TANIR


Dini ve edebi pek çok klasikleşmiş metni bugünün okurları ile buluşturan Büyüyen Ay Yayınları, halk edebiyatımız adına önemli bir kaynak çalışmaya daha imza attı. N. Ahmet Özalp'ın titiz ve incelikli emeği ile ortaya çıkan Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı, Aşk Gölünde Yüzen Canlar adıyla yayınlandı. Üç ciltlik eser, uzun yıllar Anadolu'da dilden dile yayılan ancak Cumhuriyet döneminde kayıt altına alınmadığı için neredeyse unutulmaya yüz tutan aşk hikâyelerinin demirbaş nüshalarını günışığına çıkarıyor. N.Ahmet Özalp'le bu önemli külliyatın yolculuğunu, Halk Edebiyatımızın uzun yıllar maruz kaldığı üvey evlat muamelesini konuştuk...



Klasik aşk hikâyeleri denildiğinde ilk akla gelenler Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi bildik anlatılar oluyor. Sizin bu külliyatta bir araya getirdiğiniz hikâyeler neden hiç bilinmiyor?

Bunun birçok nedeni var. En önemli nedenlerden birisi, hiç kuşkusuz harf değişikliğidir. Adına devrim denilen bu uygulama, bir anda bin yıllık kültür birikimini tarihin karanlık mahzenlerine atmış, âdeta sıfırlamıştır. Bu devrime yol açan ideolojik anlayışın belirlediği devlet politikaları da doğal olarak diğer önemli nedenlerden biridir. Devlet elinden geldiğince toplumu geleneksel kültürden ve kültür ürünlerinden uzak tutmaya çalışmış, bunu gerçekleştirmek için de baskı ve şiddete bile başvurmaktan çekinmemiştir. Üzerinde durulması gereken başka bir önemli neden de aydınımızın tutumudur. Aydınımız yüzünü Batı'ya çevirdiği Tanzimat döneminden başlayarak halk edebiyatı kapsamında değerlendirilebilecek tüm verimleri horlamış, aşağılamıştır. Namık Kemal'le başlayan bu yaklaşım ne yazık ki sonraki zamanlarda da aydınlarımızın genel anlayışını oluşturmuştur. Saydığımız ve sayamadığımız daha birçok neden, halk hikâyelerini andığınız birkaç örnek dışındakileri gündemden düşürmüş, unutulmalarına neden olmuş. Azerbaycan Sovyet egemenliğinden kurtulduktan sonra yapılan ilk kültürel çalışmaların başında halk edebiyatı verimlerinin derlenmesi gelmiştir. Halk hikâyeleri toplanarak beş ve on cilt hâlinde yayımlanmıştır. En son bilimler akademi halk bilimi bölümü bu derlemeleri otuz ciltte bir araya getirmiştir. Bu derlemenin, onların deyişiyle “toplak”ın yirmi cildi de büyük çoğunluğu bizimle ortak olan halk hikâyelerine ayrılmıştır. Bu yayımda söz gelimi Köroğlu hikâyelerinin elde edilebilen bütün farklı sürümleri birlikte yer alıyor. Yalnız böyle bir çalışma bile bu hikâyeleri ülkenin kültür ve sanat gündemine sokmaya yeterlidir. Bizde ise devlet sürekli tam tersi bir tutum izlemiş, bu mirası gözlerden uzak tutmaya çalışmıştır. Bunun sonucu da sözünü ettiğiniz durum olmuştur.





Âşıklık geleneğinin bir bakiyesi olarak bakabileceğimiz bu hikâyelerin halktaki karşılığı nasıl? Bu kadar zamandır halkın ilgi göstermesinin sebebi nedir? Bugünkü ‹çok okunanlar› gibi popüler bir ilgi mi yoksa daha derinlikli bir etkisi mi var bu hikâyelerin?

Halk ile halk hikâyeleri arasında derin bir ilişki vardır. Bu ilişkinin kökeninde de din vardır. Halkımızın kimliğini, kişiliğini belirleyen, oluşturan temel etken dindir. Doğal olarak hikâyelerinin özünü de aynı belirleyici etken oluşturur. Bu nedenle halkımız bu hikâyelerde duygularını, düşüncelerini, sorunlarını, özlemlerini, ideallerini, kısaca söylemek gerekirse kendisini bulur. Onları okuyarak hayatın anlamını kavrar, kendini yeniden kurar, manevi bir doyuma ulaşır. Başka bir deyişle hikâyelerin okunması ya da dinlenmesi sıradan bir eğlence, hoşça zaman geçirme eylemi değil, bir kendini test etme, eksiklerini tamamlama, kusurlarını giderme, yanlışlarını düzeltme, özlem ve ideallerini canlandırma, kısaca bir eğitim sürecidir. İşte halk hikâyelerinin bu özelliği, birkaç yıl içinde dine karşı bir devrime dönüşen 23 devriminin hışmını üzerine çekmiş, kendisine karşı bir savaş açılmasına neden olmuştur. Buna rağmen halkın bu eserlere ilgisini tümüyle engelleyememiş, bağlarını koparamamıştır. Bu nedenle daha yakın zamanlara kadar hastalanan birisi, rahatlamak ve moral bulmak için oğlundan kendisine Köroğlu okumasını isterdi. Gurbete çıkan her erkeğin yol çantasına bir de Âşık Garip konurdu. Gönlünü bir güzele kaptıran, ancak bunu anne-babasına söyleyemeyen delikanlı, aşk derdini yastığının altına bir Kerem ile Aslı hikâyesi koyarak anlatırdı. Canı sıkılan delikanlılar, “Haydi biraz gâvur kıralım!” diyerek Hazreti Ali cenklerinden birini okumaya koşarlardı. Kış aylarında halkın başlıca eğlencesi köy odalarında okunan aşk ve kahramanlık hikâyeleriydi.




  1. Aşk Gölünde Yüzen Canlar: Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı
  2. N. Ahmet Özalp
  3. Büyüyen Ay Yayınları
  4. 2016
  5. 1660 sayfa
  6. (Üç cilt)

SAZ EŞLİĞİNDE ANLATILIR DUAYLA SONA ERER

Bu hikâyeleri kimler anlatır, kimler dinlermiş? Nasıl bir ritüel ile anlatılırmış hikayeler? Bu anlamda gelenekli Türk tiyatrosu ile bağı nedir âşıklık geleneğinin ve hikâye anlatıcılarının?

Bu hikâyeleri öncelikle halk şairleri ve meddahlar anlatır, dinleyicisi bütün halktır. Mekân şehirlerde kahveler, köylerde köy odalarıdır. Kadınların âşıkları dinleme imkânları doğal olarak daha sınırlıdır. Ama özellikle düğün gibi özel günlerdeki anlatımlarda kadınlar da erkeklerle birlikte dinleyiciler arasında yer alırlar.





Âşıklar hikâyeye geçmeden önce bir giriş yaparlar. Selçuk, peşrov, sersuhane, üstatname gibi adlarla da anılan ama genel olarak döşeme denilen bu giriş masallardakini andırır bir tekerleme olabileceği gibi şiirlerden de oluşabilir. Döşeme şiirlerden oluşursa anlatıcının üstat kabul ettiği en az üç şairden birer şiir seslendirilir. Âşıklar ilk iki şairi seçmekte özgürdürler ama üçüncü şiirin Köroğlu'ndan seçilmesi gelenekleşmiştir. Bir şiirinin okunmaması durumunda Köroğlu'nun anlatıcıyı lanetleyeceğine ve Kırat'ın da sabaha kadar kaynanasının kapısı önünde kişneyerek taciz edeceğine inanılır.



Hikâye saz eşliğinde anlatılır. Şiirler ise türkü formunda seslendirilir. Uzun hikâyeler bir gecede bitmez, bu nedenle uygun bir yerde kesilerek ertesi gece devam edilir. Bu ikinci anlatımın başında genellikle dinleyiciye “Nerede kalmıştık?” diye sorulur. Meclis adabı “Ustası bilir!” cevabını gerektirir. Bu adabı bilmeyen acemilerden birinin kalkıp hikâyenin kaldığı yeri söylemesi, anlatıcıya hakaret sayılır. Böyle bir durumda anlatıcı sazı elinden bırakarak “O zaman gel sen anlat!” der. Âşığın hikâyeye devam etmesi için bu kendini bilmezin cezasını ödemesi gerekir. Kimi zaman da anlatıcı dinleyiciler arasından ileri gelen birisinden kalınan yeri hatırlatmasını ister. Hatırlatmanın ardından onun için bir güzelleme söyler, bunun karşılığını olan bahşişi aldıktan sonra hikâyeyi anlatmaya devam eder. Hikâye genellikle bir dua ile sona erer.





Kimi hikâyelerde sevgililer kavuşamadan hayata veda ederler. Bu hikâyeler hem anlatıcıların hem de dinleyicilerin içine sinmez. Bu da hikâyenin sonunda sevenlerin kavuşturulmasını sağlamak için para ödemekten “Ya âşıkları kavuşturursun ya da kurşunu yersin!” diyerek anlatıcının başına silah dayamaya kadar varan beklenmedik dinleyici tepkilerine yol açar. Âşıklar da bu hikâyeleri anlatmaktan dolayı birtakım kaza ve belalara uğramışlardır. Bunun üzerine 1850'li yıllarda Kars'ta bir araya gelen âşıklar, bu tür hikâyelerin sonunu değiştirme kararı alırlar. Yalnız Kerem ile Aslı'ya dokunmazlar, ama bunu da günah olacağı düşüncesiyle anlatmaktan kaçınırlar.



Meddahların sunumlarında da bu kadar olmasa da benzer kimi uygulamalar görülür. 19.yüzyılın ortalarından başlayarak yine aynı mekânlarda basılı metinlerin dinleyicilere okuma yoluyla sunumu yaygınlaşmıştır.



HALK HİKÂYELERİNE CHP SANSÜRÜ

Girişte bahsettik ama Cumhuriyet sonrası bu hikâyelerin başına gelenleri biraz daha açabilir misiniz?

Alfabe değişikliğini de içine alan dil devrimi yalnız halk hikâyelerini değil, bütün bir edebiyatı etkilemiştir. Sorunun temelinde dil devrimini de gerçekleştirilen zihin yapısı ve buna göre belirlenen diğer bütün politika ve uygulamalar yatmaktadır. 1925'lerde başlayarak 30'lu yıllarda kemikleşen bu zihniyette temelini İslam'ın oluşturduğu bütün bir kültür ve uygarlık birikim ve değerlerine yer yoktur. Rahmetli üstat Necip Fazıl'ın ifadesiyle Allah kelimesinin bile kullanılmasına izin vermeyen bir zihniyet ve süreçtir bu. Bu süreçte bir din gibi tanımlanan Kamalizm'e uygun bir edebiyat kanonu oluşturulmaya çalışılır. Cumhuriyet öncesinde yayımlanan eserler, ancak bu kanona uygun biçime dönüştürülerek yayımlanabilir. Söz gelimi Çalıkuşu'nun başına gelenleri iki incelemede ancak sergileyebilmiştik. Bu süreçte yazarlara talimatlar verilir, siparişle eserler yazdırılır. Örneğin Reşat Nuri'ye Yeşil Gece böyle yazdırılır. Rusça çevirisine bir sunuş yazan Nazım Hikmet, bu romanı ateistik mücadelede önemli bir araç olarak niteler.


Böyle bir ortamda halk hikâyelerinin varlığını serbestçe sürdürmesi de elbette mümkün değildi. Buna rağmen bir süre eski harfli baskıları dolaşımda kalabilmiş, yeni harfli baskıları da son derece ilkel biçimde bir süre yapılmıştır. Ne var ki bu baskılarda metinler önemli ölçüde tırpanlanmıştır. Kitapları hazırlayanlar, sakıncalı buldukları kimi ifadeleri değiştirmekle kalmamışlar, yer yer “Sakın inanmayın, bunlar hurafedir!” gibi notlar düşmüşlerdir. Halk buna rağmen bu kitapları okumaya devam etmiştir. Öyle ki devletin resmi ifadesiyle bu kitaplar her defasında on ile elli bin arasında basılabilmektedir. Buna karşılık devletin halk için bastırdığı kitaplar ancak birkaç bin adet basılmaktadır.





İşte bu durum tek parti diktasını kökten bir çözüm arayışına yöneltmiş, 30'lu yıllarına sonlarına doğru halk hikâyelerinin dönüştürülerek yeniden üretimi projesi uygulamaya konulmuştur. Konuya ilişkin Dâhiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya'nın Matbuat Umum Müdürlüğü üzerinden yayımladığı 11.5.1937 tarihli genelgede halk hikâyelerinin de içinde bulunduğu halk kitapları “...bayat bir zihniyetin tekrarı ve yaratılmak istediğimiz yeni insan idealine aykırı bir ideolojinin ve an'anenin mahsulü” ve “hurafelerle dolu ve irticaı telkin edici” ürünler olarak niteleniyor, projenin amacı da “...halkın alışık olduğu kahramanları yeni Türk inkılap ve medeniyeti gayelerine uygun telkinler yapan maceralar içinde yaşatmak” olarak açıklanıyor.



Bu girişim elbette kimi yayıncıların ilgisini çekiyor, hemen mektuplar yazarak projenin uygulanmasına katkıda bulunmak istediklerini belirtiyorlar. Bunlardan ikisinin, Hilmi Kitaphanesi sahibi İbrahim Hilmi ile İkbal Kitabevi sahibi Hüseyin Kitapçı'nın mektupları yayımlandı. Her iki yayıncı da merd-i kıptinin şecaat arzederken sirkatini söylemesi gibi, zaten bu uygulamayı beş-on yıldan beri kendilerinin yapmakta olduklarını ilmihal kitaplarına varıncaya kadar “yobazlığı ve taassubu söndürerek cumhuriyet idaresini sevdirecek” değişiklikler yaptıklarını açıklıyorlar.



Allahtan ki proje Hüseyin Cahit Yalçın, Nurullah Ataç, Peyami Safa ve Pertev Naili Boratav gibi kimi yazarların karşı çıkması, ama en önemlisi de halkın bu çerçevede yayımlanan kitaplara (Besim Atalay: Âşık Kerem/1939, Suna ile Çoban/1939; Bekir Sıtkı Kunt: Arzu ile Kamber/1940) ilgi göstermemesi nedeniyle akamete uğramıştır.



Tek parti diktasının sona ermesinden sonra halk hikâyeleri kendi olağan çizgisinde yayımlanma imkânına kavuşmuş olsa da ancak çok tanınmış birkaç hikâye basılabilmiş, bunlar da özensiz ve yanlışlarla dolu olduklarından eski ilgiyi görememişlerdir. Basılma imkânı bulamayan büyük çoğunluğu ise tümüyle unutulup gitmiştir.



BİR TÜR ARKEOLOJİ

Külliyatta bir araya getirilen hikâyelerin özellikleri neler? Eflatun Cem Güney'in klasik hikâyelerimizin “demirbaş nüshaların meydana getirilmesi” düşüncesiyle ne kadar örtüşüyor bu çalışmanız?

Halk hikâyeleri en basit bir sınıflandırmayla 1. kahramanlık hikâyeleri (Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi destanı, Köroğlu hikâyeleri gibi), 2. yarı kahramanlık yarı aşk hikâyeleri (Seyfülmüluk Hikâyesi, Varaka ile Gülşah, Şah İsmail ile Gülizar gibi), 3. Aşk hikâyeleri (Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kamber gibi), 4. Çeşitli serüven hikâyeleri (Ebu Ali Sina hikâyeleri, Hatem Tai hikâyeleri, Kırk Vezir hikâyeleri gibi) olarak dört başlık altında toplanabilir. Biz Külliyat'ta aşk hikâyeleri ile yarı kahramanlık yarı aşk hikâyelerini -bunların sayısı yalnızca üçtür- bir araya getirdik.



Külliyat'ı oluşturan hikâyelerin birkaç tanesi Arap, İran ve Hint kökenli, büyük çoğunluğu Türk dünyası kaynaklıdır. Aşk hikâyeleri genellikle düzyazı ile şiiri birlikte içerir. Kahramanlarının her ikisi de pir elinden aşk dolusu içerek hemen saz çalmaya ve şiir söylemeye başlar, kavuşmak için uzun yolculuklara çıkar ve çeşitli maceralar yaşarlar. Bu nedenle mekân neredeyse bütün dünyadır. Doğumlarından başlayarak bütün serüvenlerinde olağan ile olağanüstü, düş ile gerçek iç içedir. Aksakallı pir ve Hızır, özellikle olağanüstü durumlarda hikâyelerin vazgeçilmez kişisidir. Hikâyelerin bir bölümü yaşayan halk şairlerinin hayatı çevresinde oluşurken büyük çoğunluğu yaşadığı varsayılan ya da tümüyle kurmaca kahramanların hayatları çevresinde oluşur. Yalnız Külliyat'taki Şabur Çelebi hikâyesinin bu özelliklerin dışında kalarak bir istisna oluşturduğunu de belirtelim.



Türk halkının gönül dünyasına ayna tutan bu eserlerin Eflatun Cem Güney'in deyişiyle birer demirbaş nüshasının meydana getirilmesi bir zorunluluktu. Rahmetli Güney daha çok masallar üzerinde çalışmakla birlikte bu zorunluluğu görerek aşk hikâyeleri üzerinde de çalışmış ama ne yazık ki ancak üç hikâyeyi –Âşık Garip, Tahir ile Zühre ve Kerem ile Aslı- yayımlayabilmiştir. Ne var ki büyük ihtimalle biraz önce değindiğimiz kanonik edebiyat oluşturma politikasına ters düşmemek için hazırladığı hikâyeleri önemli ölçüde kısaltmış, dil ve anlatımını da yine önemli ölçüde değiştirmiştir. Diğer bir deyişle ortaya bir demirbaş nüshadan çok yeniden üretilmiş metinler çıkarmıştır. Bu tür çalışmalar da elbette yapılmalıdır. Ama daha önce bu çalışmalara kaynaklık edecek eksiksiz, dil ve anlatım kusurlarından arındırılmış, iç çelişkileri giderilmiş, yanlış ve eksik biçimde yer alan şiirleri onarılmış güvenilir tam metinler ortaya konulmalıdır. Bu hiç kuşkusuz uzun zaman ve emek isteyen bir çalışmayı gerektirir. Söz gelimi böyle bir çalışma için her şeyden önce hikâyenin olabildiğince çok farklı yazma ve basma sürümü bir araya getirilerek karşılaştırılmalıdır. Hatta bununla da yetinilmeyerek hikâyenin Türk dünyasında yayımlanan sürümleri, ama büyük bir benzerlik ve ortaklık içinde olduğumuzdan dolayı öncelikle Azeri sürümleri de el altında bulundurulmalıdır.



Biz Külliyat'ı oluşturan hikâyeleri hazırlarken bu yaklaşımla çalıştık. Başlangıçta elimizdeki sürümlerin en kapsamlısını temel aldıktan sonra diğerleriyle karşılaştırarak metinleri bütünleştirdik. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnekle açıklayalım. Bir hikâyenin Osmanlı baskılarında erkek kahraman eğitim-öğretim çağına gelince, hocanın önerisiyle dış dünyadan yalıtılmış bir ortamda eğitilmesine karar verilir, bunun için de yer altına yapılan güneş görmeyen bir saraya kapatılır. Fakat eğitim sürecinde yaşanan kimi olaylardan çocuğun dış dünyayı hiç tanımadığı, örneğin güneşi hiç görmediği sonucu çıkar. Elimizdeki bütün Osmanlı sürümlerinde hikâye aynı biçimde tekrar edilir. Oysa bir Azeri sürümde çocuk doğunca babasının talihine baktırdığı müneccimlerin önerisiyle hemen yer altına alınarak büyütüldüğü anlatılır. Bu sürümde eğitim-öğretim çağına gelince çocuk dışarı çıkarılmak istenir ama bu kez de hoca birdenbire dış dünyaya çıkan çocuğun eğitiminde sorunlar çıkacağını söyleyerek, eğitim süresince de yer altında kalmaya devam etmesini ister. Belli ki bizdeki anlatıcılar, olayın başlangıç bölümünü gereksiz görerek atlamışlar, yazıya geçirilmesi ve basılması sürecinde de aynı durum devam ettirilmiş. Azeri sürüme bakma gereği duymasaydık, bizim metnimiz de öncekiler gibi eksik kalmak zorunda kalacaktı.



Sözü uzatmayalım, Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı'nın içerdiği hikâyelerin her birinin rahmetli Güney'in sözünü ettiği “demirbaş nüsha” olması için elimizden gelen her şeyi yaptık. Ama hatasız kul olmaz. Elbette bizim çalışmamızda da hatalar olmuştur. Bunlar okur ve eleştirmenlerin uyarılarıyla inşallah düzeltilir. Ne ki şimdiye değin böyle bir uyarı almadık.



Aşk klasikleri edebi, sosyal ve toplumsal olarak nasıl bir değer taşıyor? Nasıl mesajlar veriliyor bu hikâyeler yoluyla? Söylendikleri, yazıldıkları döneme dair neler söylüyorlar bize?

Aşk hikâyeleri, Türk halkının romanlarıdır. Bir romanın içinden çıktığı toplumla ilişkisi neyse ve nasılsa bu hikâyelerin ilişkisi de öyledir. Daha ayrıntıya girmek gerekirse iki uzmanın tanıklığına başvurabiliriz. İlk uzman Alman Doğu bilimci Otto Spies. İzninizle doğrudan aktaralım sözlerini: “... halk müesseselerine ait sayısız unsurlarla, halk inanma ve âdetlerine müteallik canlı şevahit taşımaları bakımından kültür, tarih ve halk bilgisi için de bir kaynaktır. Padişahın, beyin, bezirgânların ve aşağı tabaka halkın hayat ve gidişatını bu kitaplarda görür, öğrenir; halk âdetlerini, halk göreneklerini, halk inanmalarını ve batıl itikatları bu kitaplardatanır, anlarız. (...) Bu edebiyat bizim için birçok bakımdan, bilhassa asıl Türk halk hayatının ve halk karakterinin ifadesi olması itibarile, kıymetli ve ehemmiyetlidir. Halk edebiyatında, bilindiği üzere, Türk dünyası hilesiz, hud'asız karşımıza çıkar. Halk edebiyatı sayesinde biz Türk ruhu ve Türk sanatı ile yakından temasa geliriz.”



İNANILMAZ BİR BİLGİSİZLİK İÇİNDEYİZ

Görüşlerini aktaracağımız ikinci uzman Eflatun Cem Güney'dir. Güney de şunları söylüyor bu konuda: “Halk hikâyelerinin çoğunda insani bir duygu olan 'aşk' ile ilahi bir nizam olan 'kader'in boğuşması sezilmekle beraber birçok aile ve toplum sorunları ve nice insan tipleri yer almaktadır: Her doğruluk bunların başında doğuyor, her iyilik bunların yüreğinde tomurcuklanıyor; her güzellik bunların gözlerinde tütüyor. Daha da, hasret mi dedin, hasret; hamaset mi dedin, hamaset; ille aşk mı dedin, aşk; ne ararsan var, derde deva bile; bu toprağın kalbi, bu toprağın dili onlar. Bunun için, herkes bu hikâyelerde kendini, kendi kalbini, kendi kalbinin gülen, ağlayan tellerini buluyor; ümit isteyenler, ümide; teselli isteyenler, teselliye; kuvvet isteyenler, kuvvete kavuşuyor.”


Biz de şunları ekleyebiliriz bunlara: Bu hikâyeler Doğu'ya, özellikle de İslam toplumlarına özgü ezeli hakikatler ve bilgelikle yüklüdür. İnsanımızın inancı, her durumda Allah'a dayanıp güvenmesi, sabrı, kararlılığı; doğruluk, iyilik, konukseverlik ve cömertlik gibi erdemler bu hikâyelerin temel ögelerini ve bildirisini oluşturur. Ve elbette aşk. Âlemde her ne varsa aşkla ilgili değil midir?



Türk edebiyatı ve edebi kamu, bu zengin ve değerli kaynağın farkında mı? Eserlerinde bu hikâyelerden beslenen, atıfta bulunan yeni hikâyeciler, romancılar var mı? İlgisizlik sözkonusu ise bunun sebebi nedir size göre?

Şimdi adını hatırlayamadığım bir yabancı yazar, “Folklordan habersiz yazar kötü yazardır!” diyor. Son derece doğru ve yerinde bir tespit. Dünya edebiyatına şöyle bir baktığımızda da halk edebiyatı verimlerinin taşıdığı büyük önemi görebiliyoruz. Dünyada öykünün ilk örnekleri kabul edilen İtalyan yazar Boccaccio'nun Decameron'u, halk hikayelerinin işlenmesinden oluşuyor. İngiliz edebiyatının kurucu şair ve yazarlarından Chaucer'in Canterbury Hikâyeleri de öyle. Bu iki eserin, özellikle de ilkinin Bin Bir Gece Masalları'yla ilişkisi de tartışılır ama şimdi bizim konumuz olmadığı için söz konusu etmeyeceğiz. Dünya edebiyatının tartışmasız başyapıtlarından olan Donkişot, halk arasında yaşayan şövalye hikâyelerinden yola çıkılarak yazılmıştır. Alman ve dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan Faust da bir halk hikâyesi üzerine kurulmuştur.



Bize gelince ne yazık ki birkaç istisnai çalışma dışında genel anlamda halk edebiyatı verimlerinin aydınlarımız ve yazarlarımız tarafından dikkate alınmadığını söyleyebiliriz. Bu konuda bir çalışma yapılmadığı için ayrıntılı bir döküme sahip değiliz. Bilebildiğimiz kadarıyla Nazım Hikmet Ferhat ile Şirin ve Yusuf ile Züleyha hikâyelerini oyunlaştırmıştır. Birkaç yazar da Köroğlu'nu oyunlaştırmış ya da yeniden yazmıştır. Sezai Karakoç'un Leyla ile Mecnun'u, İsmet Özel'in Bir Yusuf Masalı bu alanda neler yapılabileceğini gösteren iki önemli örnektir. Bunların dışında iki yazar özellikle anılmalıdır. İlki Ağrıdağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi ve Üç Anadolu Efsanesi gibi eserleriyle Yaşar Kemal'dir. Yaşar Kemal'in diğer romanlarında da kendini hemen gösteren üslubunun halk hikâyeleri üzerindeki çalışmalarına borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Cemil Meriç'in teknik olarak eleştirdiği yazarı bir “halk ozanı” olarak nitelemesi de bundandır. Diğeri ise Hasan Aycın'dır. Aycın Bin Hüseyin romanında Battal Gazi hikâyelerini, Sahipkıran romanında da Hamzaname hikâyelerini yeniden üreterek örnek bir çalışmaya imza atmıştır. Bunların dışında Nazan Bekiroğlu'nun Yusuf ile Züleyha adlı roman çalışması anılabilir. Cihan Aktaş'ın da bir halk hikâyesi üzerinde çalıştığını duymuştum, hangi aşamada olduğunu bilmiyorum. Çok iyi izleyemediğim için genç yazarlarımız hakkında bir şey söyleyemiyorum.



Biz bütün bir Hint, İran ve Arap anlatı geleneğini harmanlamış, yüzlerce cilt tutarında binlerce hikâyeden oluşan son derece zengin mirasa sahibiz. Yalnız Bin Bir Gece Masalları'nın bile dünya ölçeğindeki etkisini göz önüne alırsak, bizim kendi mirasımıza, birikimimize ne kadar ilgisiz ve yabancı kaldığımız anlaşılır. Evliya Çelebi Hamzaname'nin üç yüz altmış cilt olduğundan söz ediyor. Bugün kütüphanelerimizde ancak yetmiş dolayında cildi saptanabilmiştir. Yine aynı ölçülerdeki Süleymanname'nin ise kütüphanelerimizde kaç cildininolduğu tespit edilmemiştir. Yalnızca bu iki eser bile yüzlerce muhteşem esere kaynaklık edecek bir zenginliğe sahiptir. Buna karşılık biz ne yazık ki inanılmaz bir ilgisizlik, bilgisizlik içindeyiz.



Türk romanı Batı romanını kendisine ölçü aldığı için güdük kalmıştır. Gerçek Türk romanının anlatı geleneğimizden yola çıkarak yazılabileceğini düşünüyoruz. Ama Muhayyelat, Müsameretname ve A'mak-ı Hayâl gibi bu yoldaki ilk denemelerin arkası gelmemiştir. Biraz önce üzerinde durduğumuz nedenler yüzünden yazarlarımız bu birikimden ya tümüyle habersiz kalmış ya da siyasal şartlar bakımından ilgilenememişlerdir.



Yıllar önce Recep Bilginer, bir konuşmasında halk edebiyatı verimlerine karşı bu ilgisizlik ve duyarsızlığa isyan ederek uyarılarda bulunmuştu. İzninizle bu uyarıyı yeniden hatırlatmak için sözlerinin bir bölümünü aynen aktarıyorum: “Şimdi bir yol ayrımındayız. Dilimize ihaneti de bir vatan ihaneti saymanın zamanıdır. Globallaşma, küreselleşme, evrensel boyut kazanma sloganlarına o denli kapıldık ki kendimizi, benliğimizi unutmaya başladık. Yerel olma ve milli olma, gericilik sayıldı. Sanki biz, biz olmaktan çıkıyoruz. Binlerce yıllık gerilerden günümüze bize ulaştırılan öz değerlerimiz unutuldu ya da unutturuldu. Yeniden folklorumuza sarılma zamanı. Kendimizi orada arayıp bulmalıyız. Ancak bu sayede bütün sanat dallarında evrensel düzeye ulaşabiliriz.”



Bu uyarının üzerinden yirmi yılı aşkın bir zaman geçti. Ama hâlâ bu gerçeği anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Kim bilir, belki bir gün anlarız!



DESTEKLEMEK DÜŞÜNÜLMÜYOR

Neden şimdiye kadar yapılmamış, bir araya getirilememiş bu hikâyeler? Kültür ve edebiyat araştırmacılarının isteksizliğinden mi yoksa böyle bir çalışmaya ihtiyaç mı duyulmamış?

Bu tür kapsamlı projeler öncelikle devlet tarafından ele alınıp yürütülmelidir. Fakat bizde ne yazık ki oturmuş bir kültür politikası yoktur. Geçmiş hükümetlerden birinin programına özellikle baktım, merak ettim kültürle ilgili ne var, neler düşünülüyor diye. Kültür kelimesi birkaç kez geçtiği hâlde, bir kültür politikası ya da projesi anlamında tek cümle göremedim. Daha yakın zamanlarda kültür politikalarının açıklanması için bir toplantı düzenlendi. Gazetelerden öğrendiğime göre oraya kültür ve sanat adına yalnız ses sanatçıları davet edilmiş. Koca salonda yalnız bir tek yazar varmış o da bir yazar olarak değil, danışman sıfatıyla oradaymış. Kültür Bakanlığı sinema ve tiyatroya belli ölçülerde destek sağlıyor, ama bu tür kültür yayıncılığını yürütmek şöyle dursun desteklemek bile düşünülmüyor. Oysa hem çalışma aşamasında hem de yayım aşamasında belli bir destek sağlanabilir.



Yayıncılarımız kendi imkânlarıyla birtakım işler yapmaya çalışıyorlar, doğal olarak da kısa zamanda hiç değilse maliyetini karşılayabilecek güncel kitaplara öncelik veriyorlar. Gerçekten kültür yayıncılığı yapan yayınevleri ya birer birer kapanıp gidiyor ya da bin bir güçlükle ayakta kalmaya çalışıyor.



Elbette böyle bir ihtiyacı hissetmemek de önemli bir nedendir. Böyle bir ihtiyacı hissedebilmek için belli düzeyde bir bilgi ve kültür gerekir. Yazık ki bu bilgi ve kültüre sahip olanlar gerekli imkândan yoksun, diğerleri de bilgi ve kültürden.



#N. Ahmet Özalp
#Kitap
#Roman
8 yıl önce