|

Ya değişeceğiz ya yok olacağız

Dünya,"Halkınızı aldatmaktan vazgeçin. Bizi aldatmayacağınıza inanalım. Sizin üretimsiz, verimsiz refahınızı finanse etmek zorunda değiliz" diyor.

.
00:00 - 20/04/2001 Cuma
Güncelleme: 10:38 - 17/01/2014 Cuma
Yeni Şafak
Ya değişeceğiz  ya yok olacağız
Ya değişeceğiz ya yok olacağız

Şimdi artık çok şükür kendi kaderimizle başbaşayız. Artık hem dünyayla, hem de toplumla problemi olan siyasetin değişmeden yaşaması mümkün değil. Ya değişecek, ya yok olacak.

Kriz bir politikacı için nasıl bir şey?

Bir filmin yavaş çekimini görüyormuş gibi oldum. Çünkü bu süreci başından beri görüyordum ve dilim döndüğü kadar ikaz da ediyordum.

Bunu herkes söylüyor. Siz bunları söylemekten başka ne yaptınız?

Detaylandırmak istemiyorum ama tabii hükümete söyledim. Hiçbir reaksiyon almadım. Bir enformasyon aktarımı olarak değerlendirildi. Şimdi "ben dediydim" demek, hiç iyi bir şey değil.

Bu durumda kaygılarınızı kamuoyuyla paylaşmanız da gerekmez miydi?

Böyle büyük bir kriz değil tabii. Mesela, o sabah MGK'da böyle bir tartışma çıkacağını kimse öngöremezdi. Benim söylediğim şu, şu, şu nedenlerle işlerin iyi gitmediğidir. Yoksa şu tarihte kriz çıkacak diye bir falcılık değildir.

Deprem sabahı, "Enkaz altında kalan Türk siyasi ve idari sistemidir" demiştiniz. Bugün de öyle mi?

Bakiye çizgisi çekildi ve eşittir hanesinin karşılığı yazılmaz üzere. Artık buna bir tanım aramaya gerek yok. Ortada somut bir durum var. Üretemediğiniz refahı bir biçimde tüketiyor olmanın, ürettiğinden daha fazlasını tüketiyor olmanın konforuyla avutulmuş bir toplum bu yapıdan memnun göründü. Ama, eninde sonunda bedeli kendisi ödeyecekti, şimdi de ödüyor.

Partiniz de bunun sorumlularından biri değilmiş gibi konuşuyorsunuz...

Burada ANAP'ın sorumluluğu yoktur diyemeyiz ama en azdır. Bu tren, 1989 yılında Zonguldak kömür işçilerinin greviyle raydan çıktı. Bakın o günkü gazetelere o kömür işçilerinin arkasında birleşen güçleri arka arkaya yazın ve getirin bugünkü Türkiye tablosunun üstüne koyun. O günden beri gitmesi gerektiği istikamette gitmiyor, başka bir istikamette gidiyor ve makas açılıyor. "Mezarda emeklilik... Onlar ne verirse ben beş fazlasını veririm... Gümrük Birliği ile büyük bir patlama yapacağız..." hayalleriyle geçen 10 yılın faturasını ödüyoruz. Sorun, bir refahı üretmeden paylaşmak, paylaşımda da yakın paydaşlara imtiyazlar tanımak...

Paylaşmak deyince... Üç partinin, üç kamu bankasının kaynaklarına hükmetmeleri de bu tanıma girmiyor mu?

Devlet bankalarından verilen kredilerin batık olanlarını toplasanız 500 milyon dolar etmez. Meseleyi, siyasetçilerin devlet bankalarını birilerine peşkeş çekmesi olarak görürseniz üç kişiyi hapse koyarsınız ve sorunu çözdüğünüzü zannedersiniz. Asıl sorun şu: Fon kapsamına alınan bankaların kapsama alındıkları tarihteki zararları 10 milyar dolar, o günden bugüne biriken zararları ise 20 milyar dolar. Yani bu bankalar, sahipleri tarafından bir metre hortumlanmışlar; sonra devlet bunlara el koymuş, iki metre de devlet tarafından hortumlanmış anlamına geliyor bu. Bu düpedüz irrasyonalite...Verimsizliğin maliyeti. Türkiye kafayı yolsuzluğu taktı bunu anlamıyor.

Türkiye yolsuzluğa taktı; "yolsuzlukla mücadele eden güçler" de siyasete mi taktı?

Öyle bir şey göremiyorum. Yani, yolsuzlukla sağlıklı, sağduyulu bir şekilde mücadele eden bir güç göremiyorum. Keşke öyle bir şey olsa...

Yani, bu operasyonlar sağlıklı değil mi?

Ben bunların, ruhu itibariyle yolsuzlukla mücadele maksadına matuf girişimler olduğunu şüphe ile karşılıyorum. Bunlar daha çok siyaset üzerinde kullanılabilecek enstrümanlarmış gibi duruyor.

Yolsuzluk, verimsizlik, kriz, fakirleşme vs. Bütün bunlar değişim ihtiyacını kışkırtıyor da Türkiye gerçekten değişiyor mu?

Türkiye sosyolojik olarak değişiyor, önemli olan da budur. Ve bütün uluslararası kuruluşlar, Dünya Bankası da IMF de "Önce kendi halkınızı aldatmaktan vazgeçin. Bizi aldatmayacağınıza da inanalım. Biz sizin üretimsiz, verimsiz refahınızı finanse etmek zorunda değiliz" diyor. Şimdi karşı karşıya bulunduğumuz sorun bu. Çok şükür artık kendi kaderimizle başbaşayız. Hiçbir slogan, hiçbir ideolojik argüman bu realiteyi değiştiremez. Bunu sağlamak da ancak demokratikleşmeyle mümkün. Önemli olan sivil yaşamdan devlet erkinin olabildiğince elini çekmesi ve sivil mekanizmaların özgürlük, rahatlık ve serbestlik içinde hareket edebilmesine imkan sağlamaktır.

Sosyolojik olarak çok değişir de bunun siyasal sürece etkisi zor olabilir. Mesela, bugünkü siyasal aktörler 3-4 sene içinde tasfiye olurlar mı?

Mutlaka değişecek, 3-4 yıla bile kalmayacak. Tabii ki öyle, hem dünyaya entegrasyonunda problemi olan hem toplumla ilişkilerinde problemi olan bir kurumun değişmeden yaşamını sürdürmesi mümkün değil. Ya değişecek, ya yok olacak.

Siz ANAP'lılar, biraz dışarıda, sanki iyilik olsun diye hükümete girmiş gibi davranıyorsunuz. Neden böyle yapıyorsunuz?

Hiç öyle dışarıda durmuyoruz. Ama, üllke meselelerine bir siyasetçi gibi bakmak bizim sorumluluğumuz. Ülkenin geleceğine ilişkin görüşler ifade etmek de görevimiz.

O başka. Ama sayın Yılmaz, çıkıyor mesela askerin siyaset üzerindeki baskısını eleştiriyor. İnsanlar da o zaman "şikayet edeceğine yap" diyorlar...

ANAP'lıların böyle bir kaygısı olduğu için böyle bir eksiklik var gibi görünüyor. Yoksa hükümet kürsüsüne çıkıp "arkadaşımızın sözlerinin hiçbirisine katılmıyorum" diyen siyasetçide kimse bir eksiklik görmüyor. Ama, biz çıkıp bir şey söylediğimiz aman "hadi yap" diyorlar. E, kusura bakmayın Kemal Paşa'nın bir tek askeri yok. Eğer, Türkiye statükoya karşı bir mücadele verecekse, statükonun etkinliğini ancak elbirliğiyle kırabiliriz.

Hükümetin istifasını hemen hemen herkes istiyor. Siz de herhalde hükümetin istifası için zihninizde bir şeyler tasarlıyorsunuzdur...

Bu konuda bir kanaatim var ama izin verirseniz söylemeyeyim.

İsterseniz hiç sormamış olayım!..

Sormuş olun ama, cevabım da bu olmuş olsun.

5 yıllık bir politikacısınız ama garip bir tesadüf, kariyerinizle siyasetin geriletilmesi süreci paralel gitti. Siyasetin neden bu hallere düştüğünü gözlemleyebildiniz mi?

Ortaoyunu kültürünü, Pişekar, Hacivat gibi tipleri yaratmış toplumda siyasetçinin horlanmaması, aşağılanmaması şaşılacak bir şey olurdu. Siyasetten beklentilerin gerçekleşmemesi giderek bu eleştirileri bir sövgüye dönüştürdü. Ama, Türkiye'de bu mekanizma çarpıtılarak ve eksejere edilerek işletiliyor. Bunun arkasında da başka iradeler, başka süreçler var. Çünkü Türkiye'de "devlet sistemi" –tırnak içinde söylüyorum– Atatürk devrimlerini; özellikle bana göre en büyük devrimi olan TBMM'yi kurmayı ve cumhuriyeti hala içine sindiremedi. Cumhuriyetçiler bile. Çünkü, 500 yıllık gelenekte düzenek büyükten küçüğe şöyledir: Hanedan-iktidar, seyfiye (asker), mülkiye, ilmiye, ayan, eşraf, esnaf ve teba... Atatürk'ün değiştirdiği düzen şu: En alttaki teba'yı getirip sistemin en üstüne koydu. Sistem işte bunu bir türlü hazmedemiyor. Her türlü cumhuriyetçi çığlığın arkasında bile bunu hazmedemeyişin somut örnekleri görülür. Siyaset bekleneni veremiyor ama bir yanda göreceli mahrumiyet, yani insanların mahrum oldukları şeylerin bir emekle üretilmiş refah olduğunu akletmek istememeleri var. Bir taraftan gerçekten hak edilmiş refahın siyaset mekanizması da kullanılarak adaletsiz paylaşımı ve bunun sonucunda siyasetçiye pişekar, hacivat muamelesi yapma kültürü var. Bir taraftan da "standart devlet sistemi"nin, teba'yı oyunun içine sokmaktan; yani şalvarlı, poturlu taifesinin gelip devleti yönetmesinden duyduğu rahatsızlık... Bütün bunlar siyaseti yerin dibine sokuyor.

Devleti yöneten bileşenler arasında siyasetin, siyasi iktidarın gücü nedir?

Kur'an alfabesinde yazılan, bakıldığında var olan ama okunmayan sesler vardır. Uzatan elif, okutan ye gibi kendisi ses olarak olmayan ama kendinden öncekini ve sonrakini ses olarak değerleyen işaretler... Siyasetin ağırlığı da maalesef bu kadar.

Elimde çantayla tur operatörlerini dolaştım!

Bir ülkenin turizm geliri nasıl artar? Ne yapılır da ülke turizm için cazip hale gelir?

Gelecek yönetimi diye bir kavram var. Turizm bir iştir ve global bir iştir. Yani parametreleri milli ekonominin parametrelerinden ibaret değildir. Ve turizm daime geleceğe ilişkin bir iştir. Çünkü özellikle ülken, ancak uçularak gidilebilen bir destination'sa o destination'un geleceğe yönelik planlarla pazarlanan bir destination olması zorunluluğu vardır. Bireysel değil, profesyonel seçeneklerin alanına giriyorsunuz. 1999'un ağır şartlarında Apo krizi ve depremin üzerine oturduğumuz yerde otursaydık, eğer 2000 sezonunun planlayan tur operatörlerinin hatta tüketicilerin tercihlerinin kendi seyrinde ilerlemesine seyirci kalsaydık bugün bu noktada olmazdık. Elimizde çanta alıp aktif bir pazarlamacı gibi herkesin geleceğe yönelik beklentilerini yönetmeye çalıştık. Bunun bir bakanlık gibi değil, bir piyasa aktörü olarak yaptık.

Siz de elinize çanta aldınız mı?

Elbette... Avrupa'daki bütün tur operatörlerini kapı kapı dolaştım.

"Burada ne işiniz var" demediler mi?

Dediler... "Sizden öncekiler gelir bizi bir otelde toplar, Türkiye'nin ne kadar güzel olduğunu anlatır giderlerdi" dediler.

Nereden nereye geldik?

7,3 milyon kişiden aldık, 10,5 milyona geçen yıl getirdik. Bu yıl da 12,5 milyonu aşacağız. Demek ki, yüzde 80'i aşan bir büyümeyi iki yılda gerçekleştirdik. Bu yıl asgari 10 milyar dolar geleceğini söyleyebilirim

Desenize siz, Derviş'ten daha önemlisiniz...

Ben bu açıdan bakmıyorum olaya...

Doğrusu, vatandaş olarak bu açıdan bakıyoruz.

Turizm Antalya'daki Hollandalının mutluluğundan önce Ağrılının da Konyalının da mutluluğunu birebir ilgilendiren bir olay. Bir turist ortalama 10 gece kalıyor. Yani 12,5 milyon turist 125 milyon gece yatacak, sadece 125 milyon ekmeğin ve en az 12,5 milyon peynirin ekstradan tüketileceğini gösterir... Bunun, üretimi nasıl kamçılayacağını hesaplayın.


23 yıl önce