|
Şehir, kent ve siyaset
Modern Batı doğrudan bir kentler târihi olarak sivrilirken; Türkiye'de modern târih îtibârıyla, başta İstanbul olmak üzere, şehir târihi sönmüş, plâstik kentlerin târihi yükselmiştir. Bu açıdan süreç, yaşanan târihsel-kültürel kayıplar îtibârı bizâtihi dramatiktir. Ama işin dramatik tarafını derinleştiren diğer bir olgu da; kent târihlerinin neredeyse katıksız görebileceğimiz bürokratik niteliğidir. Yine Batı'da kent târihi ekonomik-bürokratik bir oluşum iken; Türkiye'de bu önemli ölçüde tek yanlı; yani bürokratik kalmıştır. Bununla da kalmıyor: Yakın târihimizin, özellikle de Cumhuriyet'in kentli bürokrasisi, kültürel zenginliği îtibârıyla şehir bürokrasisinin hayli gerisindedir. Meselâ Tanzimat bürokrasisi ile Cumhuriyet bürokrasisi arasında kayda değer bir nitelik kaybı olduğunu düşünüyorum.

Târihçi Werner Sombart, ister şehir, ister kent olsun; demografik anlamda yoğun yerleşimlerin kaçınılmaz olarak bir tüketim patlaması doğurduğunu yazıyordu. Tüketim; şehir ve kentlerin; onları hem var eden; hem de yok etmekle tehdit eden; bazen de gerçekten yok edebilen diyalektik yazgısını ortaya koyuyor. Ama her hâl-ü karda bunlar tüketimsiz var olmuyor. Tüketim; ister şehir, ister kent olsun, büyük yerleşim mekânlarının kaçınılmaz olarak kültürel çeşitliliğini ve aşırılıklarını doğuruyor. Her tüketim örgütlenmesi kaçınılmaz olarak heterodoksiyi (yolların çoğalması) vârediyor. Bu da nizam olarak bildiğimiz ve şehir ve kentlerin ortodoksisi (doğru ve tek yol) ile çatışıyor. Bunların ilki çevre ya da sivil dünyânın; diğeri ise merkezin ya da resmî kürenin dilidir. İlki dışavurumcu, bazen neş'eli bazen de taşkın olabilen sıcak bir alan iken; diğeri ise kuru, huysuz, kuralcı ve soğuk bir dünyâdır. Gâliba şehir ya da kentlerin dayanıklılığını sağlayan dengeler; tabiatları farklı bu iki alan arasındaki geçişlerde kuruluyor. (Haydi Peyâmî Safâ'nın diliyle söyleyelim: İstanbul tek başına ne Fâtih ne de Harbiye'dir. Ve fakat ortak olarak her ikisidir).

Modern kentlerin kısm-ı âzâmı “püritan-pozitivist-bürokratik” üçlünün nadanlık ya da nobranlığıyla kurulmuş olsalar bile bu şekilde sürdürülmeleri neredeyse imkânsızdır. Modern Türkiye'nin kritik dönüşümü yukarıda işaret etmiş olduğum üçlünün hâkim ve hegemonik bir kültür haline gelmiş olmasıdır. Osmanlı şehir târihinin zaman zaman çatışsa da, birlikte varolan iki dünyâsı, kültürümüzde tek tipe indirgendi. Bu hem bürokratik merkez îtibârıyla hem de çevrenin kültürü îtibârıyla böyle oldu. Çevrenin bu sürece intibâkı, cedidî olarak tanımlanan bazı dinsel yorumların halk İslâmına sızması; önce Anadolu medreselerinde yarı-yasal; daha sonra da Cumhuriyet'in genel din eğitimi siyâsetinde yasal düzeyde işlenmesiyle sağlandı.

Sözkonusu tektipleşme, siyâsal çatışmalar içinde gölgelendi. Aradaki yegâne anlaşmazlık sözkonusu üçlünün dinsellikle olan bağlantısıydı. Merkez, bunun çok sınırlı bir dinselleşmeyle; mümkünse dinselleşmenin tasfiyesi üzerinden olmasını çok arzu etti. Ama çevre buna karşı direndi. AK Parti'nin iktidârında bu çatışma zirve yaptı. Gelin görün ki, tek-tipleşme kentleşmenin bütün kültürel çeşitlilikleri açığa çıkaran ve tüketim ile bağının da patlama yaptığı bir döneme rastgeldi. Yerleşik kentli orta sınıfın bu sürece intibâkı, daha 1980'lerde kültürel sermâyesini “tüketim büfelerinde” bozdurmasıyla sağlandı. Yeni orta sınıfların ise henüz bu duruma karşı zihnî hazırlığı yok. Fiilî birikimler artarak devam ediyor. Hâkim üçlünün kodlarıyla yetişen 1950'li ebeveyn dünyâ ile onların çocukları arasındaki çelişki henüz keskinleşmedi. Ama AK Parti'nin bu üçlüyle bezenmiş hâkim söylemi, artık siyâsal seçmen haline gelen AK Partili ailelerin yeni nesilleri îtibârıyla kentsel tutunumunu sürdürmekte artık çok zorlanıyor.
#Modern Batı
#AK Parti
#intibâk
9 yıl önce
Şehir, kent ve siyaset
“La ilahe illallah” diyen cennete girecek mi?
Kara dinlilerle milletin savaşı
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’