|
Bediüzzaman"ın açtığı nebevî çığır-3

Bu yazıda, ezberlerimizi tarumâr edecek cümleler kurmaya çalışacağım. (Böyle söylemekle, kendimde bir şey vehmediyor değilim; inzivaya çekilmiş, dünyayla ilişkilerini kesmiş, hayatını hikmet-i hakikatin izini sürmeye vakfetmiş âciz bir kulum; aczini ve fakrını müdrik bir tâlib-i hakikat ve şaşar-beşerim.)

Bütün İnsanlığa ve Varlığa Hitap…

Söyleyeceğimiz sözü, bütün insanlığa ve bütün insanlığın birikimini ciddiye alarak söyleyemediğimiz sürece, söyleyeceğimiz sözün bir kıymet-i harbiyesinin olacağını da, insanlığın yaşadığı köklü varoluş sorunlarına merhem olabileceğini de sanmıyorum.

Fakat önümüzde aşılması zor, devâsâ bir bariyer var: Eşyanın hakikatine, bir şeyin gerçek mahiyetine nüfûz edememe yakıcı sorunu bu. Zaman-mekân mesafesinin ortadan kalktığı, her şeyin tek bir / küresel coğrafyada cereyan ettiği, küresel bir ölçek büyümesinin yaşandığı ama buna rağmen, insanlık tarihinde, insanın ufkunun en fazla daraldığı büyük paradokslar çağında yaşıyoruz.

Düşünsenize: Bütün insanlığın birikimlerine ulaşabilecek durumdayız; ama bu birikimlerin hiç birine tam olarak nüfûz edebilecek durumda değiliz. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamış ontolojik bir felâkettir bu.

Algı Kapılarının Kapanması ve Hakikate Dokunamamak…

Martin Lings, “hakikat, insana o kadar yakın ki, dokunabilse ulaşacak ona. Ama çağımızda hakikate dokunabilmek bile o kadar zor ki!” demişti.

20. yüzyılın en büyük Batılı düşünürü Heidegger, Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktanın “varlığa varoluşsal saldırı” olduğunu söylemiş ve ta Batı uygarlığının başlangıç noktasına kadar derin bir arkeoloji / kazı yaparak, “düşünce, Socrates''le birlikte bitti” demişti bize. Oysa bize hâlâ ezberletilen şey, “düşünce”nin, Socrates, Eflatun ve Aristo''yla birlikte başladığı illüzyonudur.

Peki, Socrates gibi bilge bir adam bile, ne yapmıştı da, insan, düşünme yetilerini ve yeteneklerini yitirmişti? Socrates, insanın varoluş ve hakikat arayışı çabasını, salt insana endekslemiş, insanın Tanrı''yla ve kâinât''la irtibatını kopararak insanı her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltmiş ve böylelikle insanı yere düşürmüş, yere mahkûm etmiş, yersiz-yurtsuzlaştırmıştı. Böylelikle Arş''tan Arz''a yuvarlanan insan, eşyanın hakikatini kavrama imkânlarını da, “mekân”larını da yitirmişti.

Bunun en çarpıcı göstergesi, techne / tekne''nin teknolojiye dönüştürülmesi / indirgenmesi sürecidir: Teknolojiye dönüşmeden önce techne / “araç / eşya” ile insan arasındaki ilişki, hem techne''yi, hem de insanı varedici bir ilişkiydi: İnsan, eşyaya / araca bakarak kendini ve hakikatin izini sürebiliyordu. Nasıl, techne''nin tekno-lojik''e dönüşmesi, insanın araç''la ilişkisini tarumâr etmişse, aynı şekilde, Theo''nun lojik''le / akıl''la kavranması çabası demek olan teo-loji de din''i tarumâr etmişti.

İşte Socrates''le birlikte başlayan sürecin geldiği noktada, Heidegger''in “başıboş hayvan, vahşî canavar” olarak tarif ettiği teknolojinin dünyasına, araçlara / vasıtalara zât / cevher konumu biçilen ve bu vasıtaları doğuran vasatın hem ifadesi, hem de yeniden-ifade edicisi işlevi görmesi gereken vasıtaların / araçların / parça''ların her şeye hükmetmeye başladığı “araçsal akıl”ın zulmüne (kalbimizi karartan, algı kapılarımızı kapatan) zorbalığına mahkûm olmaktan kurtaramadı insan kendisini.

O yüzden, bizzat modernliğin teorisyenlerinin bile, bizi “araçsal akıl”ın “zulüm”lerine mahkûm eden modernliği, “demir kafes” (“iron cage” / Weber) olarak tarif etmeleri ve modernliğin, -bize ezberletilenin tam aksine- “özgürlük kaybı” ve “anlam krizi”ne yol açtığını söylemeleri, yaşanan illüzyonun hangi boyutlarda seyrettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

“Felâket ve Helâket” Noktası

Buradan geleceğim nokta, Bediüzzaman''ın neden çağ aşan ve çağ açacak dâhî bir mütefekkir olduğunu gösteren hayatî bir nokta: Feyerabend, “Batı uygarlığı, dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklâm” demişti. İşte bu zorbaca egemenliğin sonucunda tek bir zeitgeist''ın / zamanın ruhu algısı''nın bütün yeryüzünde zorla hâkim kılındığı bir yokoluş ve yok ediş süreci, insanlık tarihinde başka bir zaman diliminde yaşanmadı. Batılılar, 300 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde insanlığın geliştirdiği “26 medeniyetten 16''sını fiilen yok ettiler, 9''unu fosilleştirdiler” (Toynbee). Oysa insanlık tarihi boyunca aynı zaman dilimlerinde farklı medeniyetler kendi zeitgeist''larını yaşayabilmiş ve yaşatabilmişlerdi.

Geldiğimiz nokta, insanın, çağ körleşmesine ve algı kapılarının kapanmasına yol açan araçların hükümranlığına ve “pornografi”ye (ayartı''ya, ego''nun, hızın ve hazların fetişleştirilmesine) mahkûm olduğu, Bediüzzaman''ın ifadeleriyle tastamam bir “felâket ve helâket” noktasıdır.

Bediüzzaman ve Verâset-i Risâlet

İşte Bediüzzaman, Batı uygarlığının insanlığı sürüklediği bu ontolojik felâkete isyan eden ve çıldıran büyük düşünür Nietzsche ile bu felâketin boyutlarını derinlemesine analiz eden Nietzsche''nin şakirdi Heidegger''le aynı zaman dilimlerinde yaşayan bir düşünürdü ve sadece İslâm dünyasında değil, bütün dünyada, hem insanlığın sürüklendiği bu metafizik felâketin ve ontolojik yokoluş sorununun boyutlarını en az bu düşünürler kadar derinlemesine gören, iliklerine kadar hisseden ama hem de onlardan farklı olarak bu metafizik “felâketin ve helâket”in nasıl aşılabileceğinin yollarını gösteren tek düşünürüydü insanlığın.

Peki, Bediüzzaman''ı bu ayrıcalıklı konuma yerleştirmemize yol açan şey neydi? Verâset-i risâlet''i üstlenmesi ve bunun, hücrelerine kadar şuurunda olarak nefes alıp verebilmesi, hayatını, tefekkürünü bu yüksek hakikate lâyık olma bilinciyle sürdürmüş olmasıydı.

Nietzsche''nin Deccal kitabında “bizim kültürümüzden daha sofistike bir kültür olan İslâm kültürünü yok etmek yerine, onun önünde diz çökmeliydik” dediğini bilmiyordu ama bu büyük düşünüre böylesine hayatî bir tespiti yaptıran felâket ve helâket çağının ne olduğunu, buraya nasıl gelindiğini ve buradan sâhil-i selâmete nasıl çıkılabileceğini çok iyi biliyordu Bediüzzaman.

O yüzden nebevî soluğu kuşanarak derin nefes aldı. Çağının diğer İslâmcı düşünürleri gibi, “Batı''nın ilmini alalım, ahlâkını ve değerlerini atalım” ya da “Kur''ân''dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm''ı” gibi sığ savunma ve yenilgi psikolojileriyle hareket etmedi.

Bediüzzaman, tıpkı Efendimiz (sav) gibi “eşyanın hakikatleri”nin izini sürdü. En derin, en bütüncül perspektifi kuşandı: Vahyin sunduğu ve sivilizasyon''la / uygarlık''la özü itibariyle hiçbir benzerliği olmayan vahyî bir medeniyet idrakiyle donandı: Efendimiz''in bizatihî kendileri için yaptıkları, “ilmin medinesi” tarifinin, insan sûretine bürünen “medine”ye giden yolun kapısının “bekçisi” Hz. Ali''nin (ra) ve manevî takipçilerinin (Gavs-ı Azam''ın / ks) izinden giderek eşyanın hakikatini bir bütün olarak idrak etme zorlu ve uzun yolculuğuna soyundu.

İmajinatif Tevhid Tasavvuru

Bediüzzaman''ın tefekkürünün anahtarı, İbn Arabî''de bir benzerine rastladığımız, Bediüzzaman''da imajinatif boyutlar kazanan o muazzam Tevhid tasavvuruydu.

Bediüzzaman, insanlığın, hakikatten kopmasını ve inançsızlık bataklığının eşiğine sürüklenmesini önleyebilecek ve insanlığı, hayatın bütün zahirî-batınî tezahürlerinden sanata, estetikten tarih felsefesine kadar tefekkürün bütün alanlarında sarsılmaz / istikamet üzere sürdürülebilecek bir diriliş ve varoluş yolculuğuna soyunduracak medeniyet yolculuğunun yapı taşlarını bu tefekkür sürecinde muhkem bir şekilde döşemişti. (Fethullah Gülen Hocefendi''nin Kalbin Zümrüt Tepeleri''nde bu Tevhid tasavvurunun nasıl engin boyutlar kazanabileceğini gösteren ve takvim / “yaratılış”, ikamet / sükûn ve istikamet süreçleri olarak belirlediği “istikamet faslı”nda söyledikleri nefes kesicidir).

Bediüzzaman''ın Tevhid tasavvuru, tevhid''in ehadiyet (parça''larda, atom''larda, cüz''î gerçekliklerde tezahürü) ile vâhidiyet (bütün''de tezahürü) yolculuklarından oluşan derûnî, çok katmanlı, kuşatıcı bir tasavvurdu.

Bu imajinatif ve kanatlandırıcı tasavvur, “ilmin medine''si” olma nebevî şuuruyla donanan Bediüzzaman''ın, hakikatin mekke sürecinde hayat bulmasına, medine sürecinde hayat olmasına ve vahiy-sonrası süreçteki dinin hayatiyet kazanmasının yegâne şartını teşkil eden medeniyet yolculuğunda ise bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasına yol açabilecek nebevî tasdik tasavvuru''ydu.

O yüzden, İbn Sina, “varlık, iyilik; yokluk, kötülüktür” ve İbn Arabi, “iyilik varlıktadır, kötülük yokluktadır” derken, Bediüzzaman, “vücud, mahz-ı hayr; adem, mahz-ı şer” yani, “varlık, iyiliğin tâ kendisi ve kaynağı; yokluk, kötülüğün ta kendisi ve kaynağıdır” diyebilmişti.

Dalga-Kıran ve Dalga Kuran Üç Said

Bediüzzaman''ı diğer düşünürlerden ayıran şey, “ilmin medinesi”nin açtığı, Hz. Ali''nin tuttuğu fütûhat-ı hakikat kapısından girebilmesi ve çağımızda parça''ların bütün''den kopuk olarak varolmasının insanlığı sürükleyeceği katastrofu bihakkın idrak edebilmiş olması ve Efendimiz''in Sünnet-i Seniyye''sinde dercedilen hakikatin bütün -ilim, irfan, hikmet- süreçlerinde nefes kesici bir tefekkür ve varoluş yolculuğuna çıkması olmuştu.

Sünnet''in birinci mertebesindeki, Kavl/ Söz, akl''a bakıyordu; fiil, kalbe, hâl de ruh''a. Bediüzzaman, Üç Said sürecinde, veraset-i risalet''le techiz edilen bir mütefekkirdi.

Medeniyetler, önce dalga-kırma, sonra da dalga-kurma süreçleri geliştirdikleri zaman hayat bulur, hayat olur ve hayat sunarlar. İşte Bediüzzaman da, Eski Said sürecinde, ilmin hakikatlerini keşfederek dalga kırmış ve hakikatin hayat bulmasına; Yeni Said sürecinde irfan denizinde yüzerek muhkem bir dalga kurmuş ve hakikatin hayat/ı olmasına, Üçüncü Said sürecinde ise bütün insanlığa esaslı, diriltici bir ruh üfleyerek hakikatin hayat sunmasına imkân tanıyan taşları döşemişti. (Akıl olmadan, kalbin nasıl duracağını, kalp olmadan aklın insanı nasıl perişan edeceğini Fethullah Gülen Hocaefendi, çarpıcı bir dille anlatır).

Gazetedeki arkadaşlar, -sağolsunlar- iki yazılık bir yer ayırmalarına rağmen, bu yazı da derdimi anlatmaya kifâyet etmedi. Sonraki yazıda, Bediüzzaman''a Bektâşî mantığıyla yaklaşıldığı için, Bediüzzaman''ın tefekkürünün boyutlarının anlaşılamadığını göstererek ezberlerimizi tarumar etmeye devam edeceğim.

12 yıl önce
Bediüzzaman"ın açtığı nebevî çığır-3
Kapağı açılmamış kitaplar
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…