Bugünlerde gündeme gelen Musul, Lozan gibi konular bu çerçevede dünya sisteminin sinir uçlarına dokunmak demektir. Sistemin sinir uçlarına dokunmanın maliyeti de o derece büyük olabilir.
Türkiye'nin herhangi bir ulus devlet olmayı içine sindirmesinin adıdır Lozan. Teorik olarak ulus devletin imparatorluk hayalleri kurması, bu yönde stratejiler belirlemesi bir çelişki. Diğer tarafta, tasfiyenin tümüyle tamamlanmadığı, tasfiyede yeni düzenlemeler yapılmak istendiği ve bu düzenlemede Türkiye'nin kendine düşen misyonu yerine getirmesi gerektiğini ima edenler de yok değil. Bu durumda iki farklı çelişki/soru ortaya çıktı. İlki, tasfiye edilmiş bir imparatorluğun varisi olmak tespitinden yola çıkan yaklaşım aynı zamanda 'sıfır sorun' ile 'tarihi miras' gerilimi arasında bir yol almaya çalıştı. Bu gerilimi aşabilmek için şu soruların cevaplanması gerekiyordu: Eğer herhangi bir ulus devlet değil de imparatorluk varisi ise henüz hesabı görülmemiş pek çok sorunu halletmesi gerekiyordu. Bu da reel gücü ile romantize ettiği geçmişi arasında senkronize bir stratejiyi gerekli kılıyordu. Real politik anlamda bu yaklaşım neo ittihatçılığı çağrıştıran anakronizmi ortaya çıkaracaktı.
Zira tasfiye edilmiş imparatorluğun mirası milletlerarası sorunlarını masaya getirmek tasfiyenin bakiyesi olan sahadaki yapay unsurlar ve onların sömürgeci patronları ile hesaplaşmayı gerektirecekti ki bu da pratik gücünü ve siyasal anlamda ulus devlet modelini aşan bir durumdu.
İkinci soru mevcut ulus devlet yapısı, anlayışı ve meşruiyet sınırları dahilinde imparatorluk siyasetinin ne kadar mümkün olacağı, bunun argümanlarının ne olacağı sorusudur. Tarihi bağlar, devralınan tarihi miras tek başına böylesi bir siyasal, kültürel dizaynı gerçekleştirmeye elverecek mi?
Türkiye İslamcıları açısından asıl açmaz ise, İttihatçılıkla İslamcılık arasındaki ayrışmayı belirleyen çizgi yani olayın İslami çözümü ve fıkhi boyutudur. Muhtemelen de Ortadoğu yeniden tanzim edilirken, özellikle Arap Baharı sonrası gelişmelerde Türkiye'yi heveslendiren tutum ve yönelimlerde hemen hemen hiç gündeme getirilmeyen fıkhi boyutunun, İslami temellerinin ne olacağı sorusudur.
Ulus devletin sadece ulusal sınırlar, hinterlandı ile ilişkileri ve ulus kimlik siyaseti ile sınırlı olmayıp, uluslararası ilişkileri de sekülerize eden özelliğinin olduğu bu süreçte görmezlikten gelindi. İmparatorluğun mirasına sahip çıkmak, tarihi sorumlulukları yerine getirmek argümanı ile başlayan ki bunların önemli kısmı yeni dönemde Türkiye'yi müdahil olmaya zorlayan gelişme ve realiteler de olsa, gerekçelendirmenin İslami zeminin tartışılmamış olmasıdır. Üstelik bu yaklaşımın kamuoyunda yaygın olarak İslamcılık ve ümmet bilinci ile karıştırılmış olması heveslenilen rolün İslamcılık perspektifinden ele alınmayı, sorgulamayı iptal etmiyor
Soğuk Savaş dönemine kadar bu tür sorularla yüzleşmemeyi, üzerine sünger çekmeyi tercih ederek dünya sistemiyle uyum siyaset izleyen Türkiye'nin Ortadoğu'nun yeniden dizayn edildiği ortamda sadece tarihle değil ideolojik ezberlerle de yüzleşmesi gerekecek.