|
Türkiye "hayır" dememiş olsaydı...

Nükleer programından dolayı 9 Haziran''da BM Güvenlik Konseyi''nde İran''a yeni yaptırımlar öngören oylamada Türkiye ''hayır'' dememiş, Tahran anlaşması olmasaydı ABD Başkanı Barack Obama BM Genel Kurulu''na hitap ederken “ABD ve uluslararası toplum İran ile farklılıkların giderilmesi için çözüm arıyoruz ve diplomasi kapısı hala açık” diyebilecek miydi acaba? İki ihtimalden birisi olan ''diyemezdi''nin ağır basacağına şüphe yok. Daha da ötesi, P5+1 (BM Güvenlik Konseyi''nin 5 daimi üyesi İngiltere, Çin, Rusya, Fransa ve ABD ile Almanya) bakanlar toplantısı sonrası Avrupa Birliği Dışişleri Yüksel Temsilcisi Catherine Ashton, 1 Ekim 2009 tarihli anlaşma çerçevesinde İran ile müzakerelere yeniden hazır olduklarını söyleyebilir miydi?

İhtimallerden en zayıf olanına şans vermeyi bir kenara koyalım. Türkiye''nin ''hayır'' oyu ve Tahran anlaşması olmasaydı geçtiğimiz Perşembe günü bu açıklamaların yerine peşpeşe şu açıklamaların yapılma ihtimali kuşkusuz daha yüksek olurdu. Savaş ilan etmezlerdi belki ama, toplantı sonrası Ashton, “İran ile hiçbir zeminde görüşme imkanı kalmamıştır” derken; Obama, “İran bugüne kadar açık tuttuğumuz diplomasi kapısını kullanmamakta ısrar etti” deyip, İran''a yönelik uluslararası tecrit çağrısında pekala bulunabilirdi.

17 Mayıs''ta Brezilya ile birlikte Tahran''ı nükleer takas anlaşmasına ikna ettiği ve sırf diplomasi kanalını açık tutmak için 9 Haziran''da BM Güvenlik Konseyi''ndeki yeni yaptırımlara “hayır” dediği için ağır baskılara maruz kaldı Türkiye. İsrail''in uluslararası sularda Mavi Marmara gemisine saldırarak biri aynı zamanda ABD vatandaşı olan 9 Türk''ü katledilmesi olayını aynı kefeye koyarak karalama kampanyası başlatan Yahudi lobisi destekli AK Parti karşı ittifak, “eksen kayması” spekülasyonlarından tutun da Türkiye''nin NATO üyeliğini bile tartışmaya açtı. İsrail ile gergin olan ilişkiler koptu, Amerika ile ilişkilere yeni tanımlamalar yeni yaklaşımlar geliştirildi.

GÜL''ÜN AÇIKLAMASI

Bütün bu açıklamalardan sonra Türk liderlerin, “17 Mayıs''tan bu yana ne değişti de başarısızlıkla sonuçlanan bir yıl önceki anlaşma zemininde İran ile yeniden müzakere arıyorsunuz?” sorusunu sorsalardı bu gayet haklı bir soru olmaz mıydı?

Böyle bir soru sormadı Türk liderler. Aksine, açıklamalara tam destek verirken olabildiğince de tevazu gösterdiler doğrusu. Ashton ve Obama''nın açıklamalarından sonra “Tahran anlaşması olmasaydı, Türkiye ''hayır'' demeseydi?” sorusunun cevabı, Cumhurbaşkanı Gül''ün önde gelen düşünce kuruluşlarından CFR''da (Dış İlişkiler Konseyi) bir soruya verdiği cevapta görülüyordu. “İran UAEK ve NPT''ye taraf ve karşılığında yeteri kadar transparan olması gerekiyor. ''Olmadı'' deniliyor ve bunun için bir problem var ortada. Şimdi bu olay nasıl çözülür? Bu problem sonunda ya savaşla çözülür ya da diplomasiyle çözülür. Bizim tüm gayretimiz bu meselenin diplomasi ile çözülmesi. Herkes diplomasi ile çözülsün ister ama en çok biz isteriz. Çünkü bir savaş olursa bu bizim komşumuzda olacak, bölgemizde olacak, neticeleri bize olacak. … Başkan Obama Genel Kurul''daki konuşmasında ''diplomasi penceresi açık'' dedi. Türkiye bu fırsatı verdiği için bu diplomatik pencere açık.”

Bu sene Güvenlik Konseyi Başkanlığı''nı yaptığı BM 65. Dönem Genel Kurul toplantılarına oldukça kalabalık bir heyetle katıldı Türkiye. Cumhurbaşkanı Gül ve Bakan Davutoğlu''nun yanı sıra, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, onlarca diplomat. Sadece Gül''ün 20''nin üzerinde Davutoğlu''nun 60''a yakın ikili teması oldu. İkisinin birlikte bulunduğu görüşmeler oldu. Babacan ve Eroğlu''nun temaslarını da eklerseniz baş döndüren bir program ve yoğunluk. New York''ta aynı merkezde üç farklı konu var. BM Güvenlik Konseyi toplantısı, Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi ve BM Genel Kurulu toplantıları. Gergef işler gibi program yapılmış. Güvenlik Konseyi için ayrı ve özel bir hazırlık yapıldığı her halinden belli oluyordu zaten.

Cumhurbaşkanı Gül''ün Güvenlik Konseyi''nde başkanlığını yaptığı ilk toplantının gündemi “uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasındaki rolünün etkinliğinin sağlanması” başlığını taşıyordu ve toplantı sonunda hazırlanan metin Başkanlık bildirisi olarak onaylandı. Pazartesi günü terörizm konulu toplantıya ise Bakan Davutoğlu başkanlık etti.

KONTROLLÜ DİPLOMASİ

Ankara, “Bu eylül bir kez daha gelmeyecek” anlayışıyla hazırlık yapmış New York''a. Bir dakikası heba edilmeyen, organizasyonu kadar içeriği de dolu bir program. “Öyle ki bazı ikili görüşmeleri dönüp bir kez daha yapmak zorunda kaldık” diyordu bir diplomat. İkili görüşmesinin yanı sıra Clinton-Davutoğlu görüşmesine de katılan Pakistan Temsilcisi Richard Holbrooke''un iki kez daha Türkeye''ye geldiğine şahit olduk gazeteciler olarak.

Gergef gibi işlenen programda göze çarpan bir başka olay daha vardı ki o da “kontrollü diplomasi” yürütüldüğüydü. Attığı her adımı hesaplayan, Türkiye ve AK Parti karşıtı ittifaka açık vermeyen etkili ve kontrollü bir diplomasi. Görüşmelerde Türkiye''ye yoğun bir ilgi gösterildi ve bu ilgili Amerika medyasında çok olumlu bir şekilde yankı buldu. Açık arayanlar tutunacak bir dal bulamadı. Gül-Perez görüşmesi etrafında oynanmak istenen oyun ise ustalıkla geçiştirildi.

Washington''da hükümete yakın çevreler, Tahran''da imzalanan nükleer takas anlaşmasında bazılarını en çok verilen resmin “rahatsız” ettiğini dillendirmişlerdi. Sözün özü: Dünya barışı ve güvenliği için Türkiye diplomasi kanalları işletsin, şovu sevenler yapsın. Esas olan şov değil iş yapmak değil midir?

14 yıl önce
Türkiye "hayır" dememiş olsaydı...
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’