|
28 Şubat'ın artıklarından rahatsızız

Hiç şüphesiz 28 Şubat dediğimiz kavram 1997 yılına hasredilmiş bir durum değil. İnsanlık tarihi için daha da geriye götürebileceğimiz bu kavramın Türkiye özelindeki başlangıcı İstiklâl Mahkemelerine, İskilipli Atıf'ın idam edilmesine kadar geriye götürebilir. 28 Şubat 1997 ise bir zirve noktasıdır.



28 Şubat, Türkiye'de "devletin ideolojik aygıtları" ve "devletin baskıcı aygıtlarının" (bu devlet kısmının içerisinin ayrıca tartışılması gerekiyor zira bahsi geçen devlet, Türkiye Cumhuriyeti devleti değil, onu bir süreliğine içeriden işgal etmiş olan, yönetimi işgal etmiş olan, ülke dışındaki küresel işgalciler ile birlik olmuş, ayağı bu coğrafyada, aklı sınırlarımız dışındaki bir grubun kısa süreli tahakkümünü ifade etmektedir.) bilfiil işletildiği, toplum mühendisliğinin uygulandığı uzun soluklu bir sürecin adıdır.



28 Şubat'ın Farkı


Türkiye tarihindeki 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, daha çok NATO destekli olup, Soğuk Savaş döneminin devam ettiği, Türkiye'nin yönünün NATO ve Transatlantik ekseninde kalması için Batı tarafından bilfiil desteklenmiş darbedelerdi. Ancak 28 Şubat ise daha çok İsrail ve İsrail lobisinin "İslâm ile mücadele" siyaseti nedeniyle doğrudan desteklediği bir darbedir. NATO, Transatlantik ise bilfiil müdahil olmayıp yaşanmasını izlemekle yetinmiştir.



Darbe bir diğer yönüyle küresel kapitalist patronların, ekonomik sömürüde level atlamasına katkı sağlamıştır.



Liberalizme yöneliş


28 Şubat Süreci, hiç şüphesiz Türkiye'deki liberalizme mesafeli olan Müslüman dindar kesimi liberal söylemlere itmiştir. Zira, İslâm'a ait her kavram, bu dönem için suç sayılıyordu, kullandığınız herhangi bir kelime DGM'ler de yargılanmanız için yeterliydi. Bununla birlikte dünyada hâkim olan söylem liberal söylemdi. Birçok Müslüman dindar insan, 28 Şubat ile mücadele ederken "özgürlük" üzerinden bir tepki oluşturmaya başladı. İslâm ile barışması pek mümkün olmayan liberalizm, İslâm adına mücadele verenler tarafından bir araç olarak kullanıldı. Dildeki söylem, bir süre sonra sadece dilde kalmadı ve hayatlarımıza da sirayet etmeye başladı. Bugün dahi bu söylemin üzerimizdeki etkisinden kurtulabilmiş değiliz.



28 Şubat'ın ekonomik yönü


Refah-Yol hükumeti, ekonomik olarak bir enkazı devraldığında, kâr eden kurumlar paralarını %10 faiz ile özel bankalara yatırıyor, zarar eden kurumlar ise aynı bankalardan %100 faizle borç alıyordu. Özel bankaların bu modern tefecilik tutumunu sınırlamak amacıyla "Havuz Sistemi" diye bir sistem hayata geçirilmeye çalışıldı. Bunun üzerine bu bankaların sahipleri, küresel kapitalist düzenin devamını isteyenler, Erbakan'ı tehdit etmeye başladılar. Akabinde de, holding/banka sahipleri, onların memuru olan medya 28 Şubat'a giden yolun taşlarını döşemeye başladılar. Nitekim 28 Şubat'ın hemen akabinde ise yine faizler yükseldi, "patronlar" ülkedeki istikrarsızlık ve darbeden kâr etmeye devam ettiler.



Yine bu dönem icraatları sonucu; TÜSİAD darbecilere brifing vermiş, Etibank, Sümerbank gibi bankaların başına emekli askerler getirilmiş, yönetime gelen Anasol-D hükümeti üyeleri, darbeye destek verenlere birçok özel banka açma izni vermiş, verilen bu izinlerle yasal yol dışında hareket eden bankalar, kendi grup şirketlerine kredi adı altında peşkeş çekmiş, bankalardan 100 milyar dolar hortumlanmış, Türkiye kendi tarihinin en büyük soygununu yaşamıştır. Bunun sonucunda da 2001 maddi krizi doğmuştur.



Batı Çalışma Grubu icraatının FETÖ'ye etkisi


Atatürkçülükle neredeyse hiç bağı kalmamış, 1960 Darbesi sonrası Transatlantik aklın da etkisiyle ikâme edilmiş, bir nevi Türkiye tipi gladyo tutumu sergileyen Kemalizm, 28 Şubat'ta arzu ettiği darbeyi yapmak ve darbe sonrasını kontrol altında tutabilmek için "Batı Çalışma Grubu" gibi bir kurum icat etti. Bu kurum, her türlü illegal yol ile ülkede ne kadar Müslüman var ise neredeyse hepsini takip etti, fişledi, bastırdı.



Batı Çalışma Grubu'nun topluma sirayet eden yönü ise, kendine durumdan vazife çıkaran laik olmayan ancak totaliter laikçi olan kesimdi. Bu kesim, görünür oldukları için başörtülü kadınları sokakta taciz ve tecrit etmekten geri kalmadı.



Toplumdaki bu psikolojik ortam, FETÖ'nün ahlâki çürümüşlüğü olan "takiyyesi" için zemin hazırladı. Baskı ve zulüm ile sindirilmiş halk, bir daha bu zulmü yaşamamak için devlet yönetimine, askeri kurumlara girmek istedi. Fetullah Gülen'in insanları zehirlediği kanal ise "şunu şunu yaparsanız, bir daha bunlar yaşanmaz" şeklindeydi ve toplumun az bir kesimi hariç herkes bu bal tadındaki zehri içti.



Sonuç; hiçbir şekilde söylediği ve niyeti aynı olmayan, iftira ve yalanda sınır tanımayan, ülkeye ve devlete göz dikmiş, 15 Temmuz gecesi sivil halka yaylım ateşi açabilecek kadar akli melekelerini yitirmiş bir kitle oluştu.



Uluslararası 28 Şubat: Arap Baharı ve 15 Temmuz


Tunus'ta başlayan, Mısır, Suriye, Yemen ve bölge ülkelerine yayılan, Arapların sömürgecilerine karşı durduğu devrim süreçleri, hepimizin bildiği gibi küreselcilerin, Batı'nın etkisiyle aksi yöne, eski düzene çevrilmek istendi.



Mısır'daki darbe bizzat Obama yönetimi tarafından insan hakları ihlallerine rağmen izlendi, hatta darbeci Sisi yönetimini tebriğe ilk giden Kerry'di. 28 Şubat ruhunda olduğu gibi İsrail aklının "İslâmcılara karşı güvenliği" yine Mısır darbesi ile sağlandı. Bu darbenin ekonomik yönünü ise Suriye Savaşı'nda PYD/PKK gibi terör unsurlarını müttefik ilan eden ABD'nin küreselci yönetiminin, Türkiye ve Mısır'ı devre dışı bırakıp, Akdeniz enerjisine İsrail ile birlikte çökme arzusu oluşturmaktadır. Mısır'daki Sisi darbesinin Türkiye'deki şekli ise ekonomik açıdan 15 Temmuz'dur. Bugün, Yunanistan ve ABD'ye baktığımızda, darbecileri gerekçesizce ve aramızdaki suçlu iade anlaşmasına rağmen iade etmemesine bakılınca durum daha net anlaşılmaktadır.



Suriye Savaşı'nın uzatılması ise; küreselcilerin İran ile yaptığı anlaşmaların yürürlüğe girmesi, İran'ın bölgede yayılmacı politika izlemesi, Irak'ın İran'a bırakılmasının devamlılığını sağlamıştır. Yan figüran DAEŞ terör örgütünün, Obama ve İsrail eliyle kurulması, bölgedeki potansiyel ile de beslenerek "İslamofobi, İslâm Karşıtlığı" başlığında, sekülerlerin işgal girişimlerini hızlandırmasıyla, 28 Şubat'ın uluslararası boyutu, Türkiye sınırları dışında da yaşanmıştır.



Bu sıraladığım işgal tutumları karşısında durabilecek tek güç olan Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan yönetimi ise, 15 Temmuz girişimi ile hedef alınmıştır.



İstikrarsızlık ve Evet Kampanyası


28 Şubat'ın yukarıda ifade etmeye çalıştığım boyutları hiç şüphesiz istikrarsızlık, halkın yönetimde olmasına darbe ile müdahale etmek gibi vahim sonuçlar doğurmuştur.



Kronolojik olarak ilerlemek gerekirse; başkanlık sistemi tartışmaları Türkiye için yeni değildir, uzun süredir her iktidarın ve siyasinin önerdiği bir yönetim biçimidir ancak zemini olmadığı için hayata geçirilememiştir. Bir istikrar sağlama işlevselliği de barındırabilen başkanlık sistemi, darbenin olamayacağı bir zemin arzulamaktadır. 15 Temmuz 2016 ise bir daha darbenin olamayacağı bir zeminin inşa edildiğinin göstergesidir. Bu gösterge sonrasında ise sıra, parlamenter sistemin ve işlevi kalmamış anayasanın revize edilmesine gelmiştir. Halkın yapacağı bir tercihe dayanan, meşruluğunu halktan alan, yönetimde istikrarsızlık doğuracak gelişmelerden beri, keyfi uygulamalara yaptırım getiren bu sistem, 28 Şubat'tan başlamak üzere Türkiye'nin darbelerinin bir daha yaşanmaması için hukuksal bir zemin inşa etme çabasıdır. Şahsen “Evet” dememin nedenlerinden biri de budur. (Konuyla ilgili daha fazla detay için, geçtiğimiz hafta Gerçek Hayat dergisinde yayımlanan, Ersin Çelik imzalı, “Sezer'li günlere dönecek olursak” başlıklı yazıyı öneririm.)



Bundan sonra ne olacak?


28 Şubat'ın yoğunluklu etkisi sonlandırılmış olsa da, dolaylı etkileri devam etmektedir. Şu süreçte, bu dönemin bizzat faili olarak desteklediğim hükümetten naçizane talebim, 28 Şubat'çıların yargılanmasıdır. FETÖ eliyle hiç edilen davalardan biri olan 28 Şubat davalarının geçiştirilmesi ciddi rahatsızlık teşkil etmektedir. Bununla birlikte şuan halen hapiste olan 28 Şubat mağduru kesimlerin davalarının yeniden görülmesi, bu insanların mağduriyetinin giderilmesi de elzemdir. 28 Şubat ile yüzleşmenin bir cûz'unu da bu kesim oluşturmaktadır.



Son olarak…


28 Şubat ile yüzleşmek sadece devletin görevi değil. Bu durumda halka da büyük görev düşüyor. Halkın, 28 Şubat ruhu olan İslâm karşıtı söyleme cevap vermesi gerekiyor. İlâhiyatların birçoğunun mevzulara kulak tıkamış yönetimlerinin bir zahmet elini taşın altına koyması gerekiyor. Sosyologların daha çok çalışması, kavramları zenginleştirmesi gerekiyor. 28 Şubat hiç yaşanmamış gibi davranmaktan yahut 28 Şubat'ın cefasını çekenlerin sırtına basıp, sefasını sürenlerin bertaraf edilmesi gerekiyor. Nefret suçunun hukuksal zeminde tanımlanması gerekiyor. 15 yıllık kaybımızın, gerekirse pozitif ayrımcılık uygulanarak iade edilmesi gerekiyor. Bana dokunmayan zulüm bin yıl yaşasıncılıkla bu yol yürünmez, bu gemi batarsa hepimiz batarız, o zulüm izlenirse her kesime dokunur ve ifade edildiği gibi bin yıl sürer.



Tabi tüm bunlar olurken, 28 Şubat'ın yıldönümünde, “Genç Subaylar Rahatsız” açıklamasıyla hatırladığımız, “Karargâh” içerisinde “rahatsız” olan birileri ve onlara geçmişte de çanak tutmuş olan medya, bu ülkenin iradesine, 15 Temmuz'da verdiği 250 şehide hakaret ederek, kaldırılmış bir başörtüsü yasağını da bahane ederek, aba altından sopa gösteriyor.



Kendi içerisindeki darbecileri tespit etmekte aciz kalmışların, kurumu bu serkeşlikle yıpratanların, bugün rahatsız olacağı bir şey var ise o da ellerindeki askeri mühimmatın bu halka doğrultulduğu sularda ne ile meşgul olduklarının bilinmemesi gerçeğidir. Kahraman ordumuz içerisinde küçük bir cuz'u teşkil eden, küçük olmasına rağmen 28 Şubat artığı olarak ordu içerisinde var olabilen bu klikten, rahatsızız.





#Cemile Bayraktar
#28 Şubat
#İskilipli Atıf
7 yıl önce
28 Şubat'ın artıklarından rahatsızız
- Erdoğan’ın başlayıp da bitirmediği bir şey yok. - Bizans engelleyemedi, siz durduramazsınız! -Yine şaşıracaksınız!
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…