|
Avrupa, Türkiye'yi tümüyle işgâl etmeden AB'ye almaz

Bu hafta bir vesile ile merhum Edward Said'i andık. Hafızalara İsrail'e temsili olarak taş atarkenki fotoğrafıyla kazınmış olan Said, Filistinli bir Hristiyan. Said ile gönül bağımız yalnızca bunlar değil, "Oryantalizm" isimli eseri, dünya ölçüsünde ufuk açan bir eser.



Oryantalizm, en basit haliyle "Doğu bilimi" olarak geçse de, asıl anlamını Said'in kaleminden kazandı.



Takip edenler bilirler ki, Foucault, Althusser, Gramsci gibi isimlere bu köşede yer yer atıf yapıyorum. Ben sosyolojinin, mevcudu anlamaktaki önemine takmış tiplerdenim. Bahsettiğim isimler, mevcudu en azından anlamak için ehemmiyetli isimler. Bu ara sokaklarda yolum bir vesile ile "Bilgi Sosyolojisi" ile buluştu. “Gerçek, nesnel bilgi var mıdır?” sorusuna, şu dönemde iflas etmiş rasyonalistler "Vardır, olmaz mı..." gibi yaklaşsa da, sık sık atıf yaptığım isimler bilginin inşâ edildiğini, öznel olduğunu sağlam deliller de sunarak ortaya koyuyorlar. Özellikle Foucault, bilginin iktidar/tahakküm kurmada ne denli etkili olduğundan bahsediyor.



Said de, "Oryantalizm" eserinde, Batı'nın bilgiyi nasıl inşa ettiğini ve onunla Doğu üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu ifade ediyor. Batı öncelikle kendini merkeze alarak okumalar yaptı ve bu okumalar sanki realiteymiş, gerçek/yanılmaz bilgiymiş gibi bunları servis etti. Sonrasında Batı kendisini, Doğu'yu değilleyerek var etti. Doğu, hep geri kalmış, Batı tarafından yönetilmesi gereken, hayatın aklı eksik duygu yönüymüş gibi tanıtıldı. Kendi inşâ ettiği bilgiyi de nesnelmiş gibi paketledi ve bununla kendi işgal edemediği her yere "Doğu" diyerek, oralarda tahakküm kurdu.



Bunlardan niçin bahsettim? Avrupa Birliği'ne girememe sürecimiz ile bahsettiklerimin çok yakından ilgisi var. Türkiye'nin şimdilik Avrupa Birliği'ne girmesi pek mümkün görünmüyor, zira girebilmesi için Batı'nın tümüyle Türkiye'yi işgal etmiş olması gerek. İşgal edemediği her yer onun için "Doğu"dur ve Avrupa Birliği gibi alâmet-i fârika yapıya giremez. Dolayısı ile şimdilik Avrupa Birliği'ne giremeyeceğimiz de ortadadır. Batı, kendini Doğu'yu değilleyerek var etmişken, kendi tetiğini çekerek işgal edemediği coğrafyayı bünyesine dâhil etmez. Ki şu dahi, Batı'nın kırılmaya teşne halinin delilidir.



Bunu biz de biliyoruz, diyebilirsiniz. Ancak şu durumda bilmek yetmez, bu soruna çözüm getirmek gerekir. Öncelikle, dayatılmış, hakikât gibi sunulan, oldukça nesnel olduğunu iddia eden ama kesinlikle öznel olan, inşa edilmiş olan bu bilgilerin yavaş yavaş yıkılması ve yerine en az derecede öznel olan yahut Doğulu/yerel olan bilginin inşa edilmesi gerek. Sonrasında Avrupa Birliği düzeyinde olmasa da, Batılı ülkeler ile ilişkilerin devam ettirilmesi gerek. Binlerce vatandaşımızın yaşadığı Batı'ya, Batı'ya rağmen kayıtsız kalmamız mümkün değildir. Bahsettiklerimin 10 yıl önce falan çok zor olduğunu düşünürdüm ancak bugünün Türkiye'si için bunlar hiç de zor değil. Çünkü bunlar biraz da toplumun kendine olan güveniyle alâkalıdır. 15 Temmuz gecesini toplum sayesinde atlatmış olmamız o güvenin sağlandığını gösteriyor. 15 Temmuz'u kendine güven ile atlatan bir toplumun, Batı'nın kıytırık salvoları karşısında duracak gücü mevcuttur kanaati taşıyorum.



Bana sorarsanız, "Batı medeniyeti, Avrupa'nın tertemiz sokakları, Avrupa'nın kendine ait değerleri..." vs gibi cümle âleme sunulan ışıltılı balon patlamış durumda. İngiltere'nin ayrıldığı, ırkçılığın arttığı, zenofobinin tavan yaptığı, sığınmacıların saldırıya uğradığı, İslamofobinin hızla yükseldiği, kadına şiddet oranının çok yüksek olduğu, genç nüfusun hızla azaldığı bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Bu gidiş devam ettikçe, Avrupa kendinde ihtiyaç duyduğu reformları hayata geçirmedikçe günden güne daha da tükenecek. Bu tükenmenin en çok farkında olunduğu yer ise Avrupa, bu tükenişi durdurmak için kendisini var ettiği Fransız Devrimi sonrası gelişen ırkçı söyleme sarılıyor, Doğu'ya hücuma kalkıyor. Avrupa için mevzu, Türkiye'nin, AB'ye girmesi değil, Avrupa'nın ayakta kalabilmesi. Zira, Doğu'ya tek rol model olabilecek ülke Türkiye'nin, rol model olmasından korkuyor. Bu da şimdilik Türkiye'nin hanesine artı bir puan olarak kaydetmesi gereken not olarak önümüzde duruyor.



Halep Ölüyor!


Suriye Savaşı'nı başından bu yana takip edenlerdenim. Bu süreçte DAİŞ bahanesi ile terör örgütlerinin nasıl silahlandığını, terör örgütlerine destek için bölgeye giden yabancı savaşçıları, Esed rejimi ile sarmaş dolaş olan sefilleri, Akdeniz'in dünyanın en büyük mezarlığı olduğunu, binlerce insanın katledildiğini, göçmenlerin ölüme terk edildiğini, kadınların tecavüze uğradığını, sığınmacıların tekmelendiğini, kovulduğunu, Suriye'ye sınırı olmayanların Suriye hakkında karar vermek için sıraya girdiğini ancak Suriye'ye sınırı olan Türkiye'nin karışmaması ve hatta Suriye'nin bağrından çıkmış ÖSO'nun çekilmesi gerektiğini söyleyenleri gördük. Görebileceğimiz her türlü acıyı birkaç yıl içerisinde Suriye Savaşı sırasında gördük. Bölgenin "cehenneme" dönmesi için mezhepsel gerilimin nasıl truva atı olarak kullanıldığını, Obama yönetiminin muhalifleri onlarca toplantı düzenleyerek 4 yıl boyunca nasıl oyalayıp, kandırdığını gördük. Suriye'deki son çocuk doktorunun öldürüldüğünü, feryat figân ağlayarak evladının bedenine sarılan babayı, kıyıya vuran Aylan'ı... hepsini gördük.



Geldiğimiz noktada bakmaya dahi kıyamadığınız şehir Halep, viran olmuş durumda, insanı, sokağı can çekişiyor. Halep, tarihin en acı dönemini yaşıyor.



Suriye Savaşı'nın başından bu yana bölgede olan, saha gazeteciliği yapan Samet Doğan bölgeyle ilgili şunları kaydediyor; "Rejim ordusu Halep'te neredeyse yok gibi, Halep'te savaşanlar İran destekli Şii milisler... Böyle giderse Halep için çok büyük bir umut kalmadı gibi..."



ÖSO, bu şartlarda yine iyi dayandı. Muhalifler, Rusya, İran ve Esed'e karşı tek başlarına mücadele veriyorlar. Türlü bahaneler ile PYD/PKK gibi terör örgütlerine Batı'dan silah yağarken, Muhalifler en mütevazı imkânlar ile var olmaya çalışıyor.



Suriye, İran'ın Şii yayılmacı politikaları ve Amerika-Rusya siyaseti arasında sürekli katliamın yaşandığı bir coğrafya oldu. Yakın bir zamanda bölgeye dirlik gelmeyecek gibi görünüyor. Ancak bölge mevcut haliyle devam ettiği sürece, daha da içinden çıkılmayacak bir hal alacağı su götürmeyen bir gerçek.



Henüz ben bu yazıyı yazarken, BM Halep ile ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre; son birkaç günde Halep'te 16 bin kişi yerinden edildi, ilerleyen günlerde binlerce insan daha aynı kaderi yaşayacak. Halep'te hastane kalmadı, gıda stokları bitti, sivillerin yaşadığı bölgelerde rastgele bombalamalar sürüyor. Bölgeye insani yardım götürülemiyor.



Her şey gözlerimizin önünde yaşanıyor; Suriye ölüyor, Halep ölüyor, son çocuk doktoru öldürülüyor, 20. yüzyılda yaşanan şey bu; önlenebilecek tüm acılar sadece izleniyor. Ben Müslümanım ve Sünnetullah'a inanıyorum, Halep'in acılarının müsebbiplerinden tek tek hesap vereceğini biliyorum. Esed ve PYD/PKK bayraklarının birlikte dalgalandığı, PYD'nin Avrupa eliyle silahlandırıldığı, Avrupa'nın çocukları Akdeniz'in karanlık sularına ittiği, İran'ın Haşdi Şabi gibi vahşileri bölgeye salıp, kadın çocuk katlettirdiği bir dünyada, bunların hepsinin hesabının Suriyeli mazlumlarca sorulacağını biliyorum. Bunu bilirken, Halep'te yaşananları izleyen herkesin, yalnızca Esed'in değil, Esed firavununa hizmet eden tüm yerli/yabancı hamanlar olarak o Akdeniz'de nasıl boğulacağını iyi biliyorum, o günü bekliyorum, bekleyin, gelecek, bizinillah.




#Avrupa Birliği
#Türkiye
#AB
7 yıl önce
Avrupa, Türkiye'yi tümüyle işgâl etmeden AB'ye almaz
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset