|
Osmanlı mabedinin ikonolojisi

— "Edebî tarih tasarımı bir yöntem bozukluğudur."

Jean Sauvaget''in bu tesbiti, bilhassa "seküler tarih tasarımı"nın buyurganlığından müşteki olan, hiç değilse farklı yorum imkanlarına da şans tanınması gerektiğini düşünen çevreler tarafından dikkate alınmalı.

Özellikle Osmanlı tarihi sözkonusu olduğunda..

Özellikle, dünyayı kavrama biçimiyle, neredeyse artık hiçbir alâkamızın kalmadığı Osmanlı dönemi düşünce ve sanat eserleri sözkonusu olduğunda...

* * *

Resmî tarih tasarımının görmekte ve göstermekte isteksiz davrandığı ne kadar ayrıntı varsa, "edebî tarih tasarımı"nın o ayrıntılara büyüteç tutma arzusu da o kadar güçlü olmakta.

Zavallı tarih! İdeolojik beklentilere hizmetçilik etmedikçe varolmasına izin bile verilmiyor. Geçmişin bilgisinin ''bilimsel'' saygınlık kazanamaması ve kolaylıkla gözden düşmesi biraz da bu yüzden.

Edebiyat... zorunluluğun ve nesnelliğin o baskıcı karakteriyle geçinemeyen serâzad zekâların uğrağı.

Abartı... duygusallık... öznellik...

Yorum niteliğindeki hiçbir açıklama ''nesnellik'' iddiasında bulunamaz. Çünkü ''zorunluluk'' iddiasında bulunamaz.

* * *

Edebî tarih tasarımını daha baştan bir yöntem bozukluğunun ürünü hâline getiren, taraftarlarının, yorumların psikolojik sonuçlarına ilişkin önlenemez duyarlılığı.

Bu duyarlılık tarihin kendisini değil, işlevini önemli kılıyor. Çünkü mevcut yorumları siyasî ve toplumsal sonuçlarına göre değerli veya değersiz hâle getiriyor.

Edebî tarih tasarımının ancak seküler tarih tasarımının bir antitezi olarak varlık bulması, iki tasarım tipinin ortak ideolojik özü sebebiyledir.

Nedir o ortak ideolojik öz?

Pragmatizm.

* * *

Bir örnek olarak Doğan Kuban''ın şu açıklamasına bir göz atalım:

— "Felsefî eğilim ya da dinî simgesellik etkisi olmadan işlevsel bir düşünceye dayanarak kubbenin geometrik biçimi ve strüktürel eğiliminden bir merkezî mekân kavramına varılmıştır. Başka bir deyimle, Türk mimarları, [zaten varolan] kubbe mimarisini en son mantıkî sonucuna ulaştırmıştır." (Osmanlı Mimarisinin Kimliği)

Sabırla ve biraz daha dikkatle metne yakından bakmayı deneyelim:

— Felsefî eğilim ya da dinî simgesellik etkisi olmadan işlevsel bir düşünceye dayanarak...

Bu mimarlık tarihi ustası, yorumunun aşırılığının pekâlâ farkındadır. Geri adım atmaz ama yine de şu açıklamayı yapmak zorunda kalır:

— "Kubbenin simgesel anlamı üzerinde birçok çalışmadan sonra, bir kubbeli üslûp gelişmesinin hiçbir felsefî esasa dayanmadığını söylemek yalın bir yargı gibi görünebilir..."

Yalın bir yargı gibi mi? Aksine bu denli cüretkâr bir yoruma yakışacak en son niteliktir yalınlık.

* * *

Kuban gibi bir mimarlık tarihçisi bu denli cesur yoksamalara nasıl kalkışabiliyor?

Bir dilden söz ediyor, mimari bir dilden, hem de anlaşılmaz bir tutumla bu dilin kendisi dışında başka bir şey göstermediğine inanmalarını istiyor muhataplarından.

Kendisini cesaretlendiren sanırım büyük ölçüde edebî tarih tasarımının fevkalâde naif yorum teşebbüsleri...

Açıkça söylemem gerekir ki Kuban''ın kendisi de bu naifliği izale edecek kavramsal birikimden yoksundu(r).

2010''un son günleri itibariyle intelijansiyamızın Osmanlı''nın dünyagörüşünü serimleyen çalışmalardan hâlâ mahrum olduğu düşünülür ve o devrin matematik ve doğa bilimlerine ilişkin bilgi seviyesinin neredeyse hâlâ bir hiç mesabesinde olduğu gerçeği teslim edilirse, sanırım Kuban''ın kavrayış kusurlarına yönelik bu tesbitimle kendisine bir haksızlık yapmadığım kabul edilecektir.

Belirtmem gerekirse, bu tesbitimin tek kusuru skandal düzeyde yalın ve sade bir gerçeğe işaret etmesidir.

Turgut Cansever ile Doğan Kuban arasındaki en önemli fark da budur kanaatimce. Kuban bilmediğini bilmez, kendi yapı geleneğine karşı zaman zaman şefkatsiz ve hoyrat davranmasının en önemli nedeni bu irfan eksikliğidir. Cansever ise, neyi bilmediğini biliyordu ve öğrenmek için çırpınıyordu. Her büyük deha gibi eserlerdeki değişimleri açıkça görüyor, seziyor ama sebeplerini izah etmekte güçlük çekiyordu. Süleymaniye ile Selimiye arasındaki farkları izah etmek için o devirde yaşanan entelektüel krizlerin hangi ayrıntılar etrafında gelişmiş olabileceğini merak ediyordu.

* * *

Osmanlı mimarlığında simgesel dil oyunlarının değerine işaret etmek amacıyla küçük bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim; hem de yazılı olarak ilk kez.

Kubbelerin ve minarelerin üzerindeki alem. Uçları göğe dönük küçük hilâl.

Bu simgenin bugüne değin hakkını veren bir tek yazılı metne rastlamış değilim. (Elinde bilgi olanlar lütfedip haber versinler, hemen bu açıklamayı düzelteyim.)

Oysa Mimar Sinan''ın anılarında, eğer ibarenin hakkı verilirse, ''alem''in simgesel anlamına doğrudan işaret edilmiştir.

Menâr-ı çâr guyâ çâr-yâr-ı Fahr-i âlemdir / O günbedde alem nûr-ı Nebî''ye olunur îma.

Bu beytin ilk mısraında, Selimiye Camiin dört minaresinin "çâr-yâr-ı güzîn"e, yani raşid dört halife''ye delâlet ettiği açıkça ifade edilmekte, ama daha önemlisi kubbenin tepesindeki ''alem''in Nur-ı Nebî''yi, yani irfan geleneğimizde Nûr-ı Muhammedî veya Hakikat-i Muhammediye olarak, felsefe geleneğimizde ise İlk Akıl (Akl-ı Evvel) olarak yorumlanan ilkeyi temsil ettiği sarahaten dile getirilmektedir. (Sinan eserlerine şimdi bir de bu açıdan bakınız, bakalım o kubbeler düzeneği artık eskisi gibi karşınızda suskun duracak mı?)

Bu ayrıntıların üzerine ilk kez düşünmenin ışığının düşmesi tuhaf değil mi?

* * *

Devrin Fizik ve Astronomi öğretisinin felsefî ve tasavvufî yorumlarına nüfuz etmedikçe ne Mimar Sinan''ın, ne Davud Ağa''nın, ne de Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa''nın âsârı hakikatiyle yorumlanabilir.

Yine bir nûmune kabilinden, bu sefer Mimar Sinan''ın (öl. 1588) hatıralarından değil, yaklaşık birbuçuk asır önce vefat etmiş Süleyman Çelebi''nin Mevlid-i Nebî''sinden bazı mısraları hatırlatacağız:

Hak Tela ne yarattı evvela / Cümle mahlukattan kim evvel ola

Mustafa nurunu evvel kıldı var / Sevdi anı ol kerimü girgidar

Osmanlı mabedi zorunlu olarak Osmanlı''nın dünyagörüşünün bir tecessümüdür. Kaçınılmaz olarak. Osmanlı mabedinin salt ikonolojisi değil, ikonografisi de bu hakikati isbat eder.

Düşünebiliyor musunuz, hangi dinde böylesi bir tanrı-peygamber tasavvuru gelişmiştir:

Gel habîbim sana aşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam.

Elçisine âşık bir Tanrı öyküsü. Dolayısıyla kubbe ve alem ve dört minare.

Demek ki düşünmenin bundan böyle nâz etmesine izin vermeyip onu ısrarla huzura davet etmek zorundayız. Düşünme bütün heybetiyle önümüze düşmek zorunda.

* * *

Yine Sâî Mustafa Çelebi''nin kalemiyle çizilen Mimar Sinan''ın şu gökyüzü tasavvuruna dikkatinizi çekmek isterim:

Hemânâ kubbe-i âlisi anun çarh-ı a''zamdur / Nümûne anlar anı nüh-felekten dide-i bîna.

Nûr-ı Muhammedî niçin en büyük kubbenin tepesinde? O yarım ve çeyrek kubbeleri saymayı ve o devrin astronomi metinlerindeki karşılıklarını görmeyi deneyen oldu mu? Daha da önemlisi o metinlerin felsefi ve tasavvufî yorumlarını?

Allah rızası için bir kimse de mi merak etmez nedir şu nüh-felek diye?

Daha ne desin, en üstteki kubbe çark-ı a''zam''dır, en büyük gezegendir diyor. Dokuz gezegeni açıkça telâfuz ediyor. Felek-i Atlas''a bile işaret ediyor.

Ne ki hiçbiri anlaşılmıyor. Hadi genel okur bir kenara, yayına hazırlayanlarca da, takriz yazanlarca da.

Kısacası, henüz Osmanlı mabedinin ikonografisi yapılmamıştır. Bir tarafta sağcılığın şişirdiği vıcık vıcık ebedî tarih tasarımı, diğer tarafta ikonolojik simge yorumculuğundan uzak pozitivist genellemecilik. Başka bir deyişle huysuz ve hoyrat seküler tarih tasarımı. Ya da Kuban''ın sığındığı hâliyle, mimaride simgeselliğinden soyulmuş sözde Türk pragmatizmi.

* * *

Geçmişi yüceltme ya da küçümseme tavırlarından uzaklaşıp mimarlık tarihçileri artık adam gibi bu toprakların dilini öğrenilmelidirler. Osmanlı biliminin dilini. Medresenin ve tekkenin dilini. Yeter ki aşk olsun, bir de taşların dilini.

Kuşların dili olur da taşların dili olmaz mı?

Yeter ki soru sormasını bil ey talib, inan, o takdirde taşlar bile seninle konuşur.

13 yıl önce
Osmanlı mabedinin ikonolojisi
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler