|
Hurda deyip geçmeyelim

Televizyon ekranlarında ahkam kesenlerin, kürsülerde nutuk atanların, salonlarda konferans verenlerin, gazete sütunlarında fikir beyan edenlerin, sözde tarih ve kültür sohbetleri düzenleyenlerin güzel Türkçemizi “güzel” kullanamadıkları erbabınca biliniyor. İsterseniz örnek vermeye bu giriş paragrafında kullandığım “erbabınca” kelimesiyle başlayalım.

Aslı Arapça olan bu kelimenin tekili “rabb” olup “sahip” anlamına gelmektedir. Çoğulu ise -bilindiği üzere- “erbab”dır. Ayrıca bir işten iyi anlayan; becerikli, usta, maharetli gibi mânâları da ihtiva etmektedir. Mesela, “erbâb-ı mesâlih” iş sahipleri, iş takip edenler; “erbâb-ı nücum” müneccimler, astrologlar; “erbâb-ı seyf” kılıç sahipleri yani askerler; “erbâb-ı vezaif” bir vakıfta gelirden maaş almaya hakkı olan kimseler; “erbâb-ı zâhir” sadece dış yüzü görenler, dinin sadece şeklinde kalan kimseler demektir.

Bunu, “erbâb-ı dil” “erbâb-ı fen”, “erbâb-ı kemal” diye daha bir hayli uzatabiliriz. Bakınız Ziya Paşa ne güzel söylüyor: “Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar / Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan.” Öyleyse zaten çoğul olan “erbâb” kelimesini ikinci bir defa çoğul yapıp “erbapları” diye kullanmak yanlıştır. Ne demek istediğimi “erbâb-ı ilim” pek iyi anlamıştır, itiraz geçersizdir.

Sayın Cumhurbaşkanımız, geçenlerde bir konuşmasında “Bunu mâşeri vicdan kabul etmez!” diye bir cümle kullandı. Ertesi gün, hanım spikerlerden biri televizyonda aynı cümleyi “Bunu mahşeri vicdan kabul etmez!” şeklinde yanlış nakletti.

Yine “erbabınca” bilindiği üzere, “mâ’şeri” “ayın” harfiyle yazılıyor ve topluluğa ait, ortaklaşa, kolektif, birlikte yaşayan insanların oluşturduğu topluluk gibi anlamlara geliyor. Mahşeri kelimesi ise de mahşer günündeki kalabalıktan kinaye, büyük çoğunluk kastediliyor. Bakınız Mehmet Akif merhum kelimeyi ne kadar yerinde kullanıyor. “Eski dünyâ, yeni dünyâ, akvâm-ı beşer / Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.”

Bazı anlı şanlı köşe yazarlarının bile sık sık yanlış olarak kullandıkları bir cümle var ki, o da “Efradına câmi, ağyarına mâni” sözüdür. Öyleyse doğrusunu şöyle yazalım: “Efrâdını câmi, ağyarını mâni” Aynı özelliği taşıyanların hepsini içine alan, taşımayanları dışarıda bırakan demektir ki, bu da bir bakıma tarifin tarifi anlamına gelir. Evet, tarifin de tarifi olur. Arif olana gelince, ona tarif etmek bile gereksizdir.

Yanlışlıklar komedyası devam ediyor. Geçenlerde ünlü bir akademisyenimizin televizyonda yaptığı konuşma sırasında – hem de birkaç defa – “sükut-u hayal” dediğini duyunca doğrusu ben de “sukût-u hayâl”e uğradım. Efendim, bilenler bilir. Bilmeyenlere de kısaca anlatayım. Birbirine çok benzeyen bu iki kelime, birbirine benzeyenleri tefrik edemeyen “cühela” tarafından “takdim-tehir” yapılarak kullanılıyor. Önce “sükut”tan başlayalım. Arap alfabesinde sin, kef, vav, te harfleriyle yazılan bu kelime susmayı, konuşmamayı, sessizliği ifade ediyor. “Sükûtî” ve “sükûtîlik” diye de kullanılıyor. “Sükut”, ikrardan gelir” demek konuşulanı, söyleneni kabul etmektir. Buna göre, “Sükut-u hayale uğradım” diyen bir kimse hayal suskunluğu yaşadığını dile getirmiş oluyor ki, bu da Osmanlı Türkçesine – az da olsa- vakıf olmayanların hatalı bir telaffuzu olarak kulağı incitiyor.

Gelelim “sukût”a, bu kelime de, yine Arap alfabesinde sin, kaf, vav, tın harfleriyle belirtiliyor ve düşme, yukarıdan aşağıya inme anlamına geliyor. Ayrıca, seviye kaybetme olarak da ifade ediliyor. Tıp literatüründe ise, iç organlar kastedilerek yerinden aşağıya kayma, sarkma şeklinde dillendiriliyor. Yazılmayan, atılan, eksik kalan cümleleri, kelimeleri, hatta noktaları kastederek de - erbâb-ı dikkatçe- bu ifade kullanılıyor. Fuzuli söz söylemeyen Fuzuli’nin meşhur beytini de buna hoş bir örnek olarak hemen kaydedelim. “Gâh bir harf sukûtuyle kılar “nadir” “nar” / Gâh bir nokta kusuruyla “gözü” “kör” eyler.” “Bed - tahrir” denilen o cahil yazıcının “nadir”i nasıl “nâr” yaptığını, “gözü” de yine nasıl “kör” ettiğini burada anlatmak uzun süreceğinden, daha doğrusu sütunumuzun sınırını zorlayacağından vazgeçiyorum ve izahını edebiyatçılara bırakıyorum. Şu kadarını belirtmek isterim ki, sukût-u hayâl yaşamak istemeyenlerin yalan yanlış ifadeleri bırakıp “sükut” etmeleri gerekiyor. Unutmayalım, söz gümüşse, sükut altındır. Ama tabii ki, Nasreddin Hoca’nın hindisi gibi susmak bu kapsam alanına girmiyor.

Yaptığı herhangi bir işle, ortaya koyduğu önemli bir eserle övünmek yahut alıcısına güven vermek için, “Bizde hile hurda yoktur!” diyen adam da – maalasef- yanlışa düşüyor. Zaten dikkat edilirse “hile” ile “hurda” arasında bir benzerliğin olmadığı anlaşılır. Bu cümledeki ikinci kelime, “hurda” değil, “hud’a”dır. Bu da Arap alfabesinde noktalı ha, yani “hı”, ayrıca dal, ayın harfleriyle yazılıyor ve hile, düzen, oyun anlamına geliyor. Bakınız Türk edebiyatının en usta kalemlerinden Cenap Şahabeddin, buna nasıl bir örnek veriyor: “İngiliz diplomasisi ne söylese hilâf-ı hakikat, ne yapsa hud’adır.”

İsterseniz biraz da “hurda”dan söz edelim. Farsçadan gelen ve “hurde” şeklinde de yazılan bu kelime tam bir mânâ zengini olarak karşımıza çıkıyor. İlk etapta, ufak, küçük, döküntü, kırıntı diye bize kendini tanıtıyor. Biz de pek kâle almayıp dudak büküyoruz. Ancak bu kelimenin sonuna başka bir kelime eklenince değer yükselmesi oluyor. Mesela “hurde bîn” gözle görülmeyen ufak şeyleri gösteren alete bu isim veriliyor ki, bir adı da mikroskoptur. Tarikatlarda uyulması gereken usul ve âdâb da “hurde-i tarîk” diye ifade ediliyor. İnceliklerden, ince şeylerden anlayan insanlar da “hurde-şinas” diye tesmiye ediliyor. Ufak tefek şeyler satan kimseye yani çerçiye de “hurde-fürûş” unvanı veriliyor. Kırıntı, döküntü toplayan fakir adam da “hurde-çin” olarak vasıflandırılıyor.

Bazı ünlü yazarlarımızın bu iki kelimeyi kitaplarına isim olarak seçtiklerini biliyor muydunuz? “Muallim Naci’nin 1302’de Mihran Matbaası’nda basılan kitabının “Hurdefüruş” adını taşıdığından haberiniz var mıydı? Şemseddin Sami’nin yine 1302’de aynı matbaada tab’ edilen eserine “Hurdeçîn” adını verdiğini duymuş muydunuz?

“Hurdeçin”den kısa, fakat anlamlı bir “hurde” ile bu bahsi bitirelim:

İbn-i Sina diyor ki:

Yerden göğe kadar, kâinatın bütün müşkillerini hallettim. Bana kurulan bu kadar hile ve tezvir tuzağından kurtuldum. Her meseleyi hallettim. Lakin ecel meselesini çözemedim!

Hurda deyip geçmeyin. Aradığınız belki burdadır!

#İbn-i Sina
#Arapça
#Ziya Paşa
2 yıl önce
Hurda deyip geçmeyelim
İhanet bir bilmece
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak