Üzerine bastığı taşın taşlaştığı tarihi anımsayınca, bazen utanıyor insan; insan, endişeleniyor, dilsiz şahitlerin karşısında.
Her şey o kadar eski, o kadar aşınmış, o kadar yontulmuş ki, bir peygamberle, bir elçiyle açıklanacak gibi değil, niceleri niceleri olmalı, bu anlaşılıyor.
Geçen yıl doyamadığım, bu yıl da bıkmak için geldiğim bu tarihi köyü, köylülerin haberi olmadan öyle sahiplendim ki, kıvırcık saçlarımı dört bin yıldır, burada uzatıyorum sanki.
O paslı bakkal, o kavlağanlar, o çınarlar ve o balkonun altında dönen taş değirmen, hovu alınmış, terbiye edilmiş suyun aktığı kanal, her şey ama her şey, herkesin bayrağından eski.
Irmaklar, sular köyü,
anlamına geliyor; su var ki, öyle böyle değil, cennet gibi, her kayanın kovuğundan bacak kalınlığında çıkıyor, gürül gürül.
Bizimkiler
demişler buraya,
,
,
,
gibi şeyler düşündüm, bağlayamadım,
’yı, cami yapmak daha uygun geldi bana,
“Hiç olmazsa kubbesi var”
dedim.
Zeytinliklerin arasından kıvrıla kıvrıla iniliyor, serin tepelerden sıcak sahillere doğru uçuyorsunuz sanki, biraz daha bekleseymiş insan, zeytin ağaçları tuzunu da kendi çekecekmiş denizden, öyle hissediyorsunuz.
Şimdi etrafa bakıp
da alnından öpemezsiniz, şımarır, düşmandır falan filan, ama kıvırcık saçlı bir
rastlarsam, sözüm söz, alttan alacağım, büyüksün şef, diyeceğim, hiç olmazsa bunu yapacağım.
Tam da bunları düşünüyordum ki,
’nün balkonunda
(gerçekten köyün bir balkonu var)
oturan yetmişlik ihtiyar, şu son günlerde
’te yaşananlara kızmış olacak ki, yanındaki delikanlıya,
“Efelenmedin mi, alıla memleketini elinden böle, tapınak mı ne arıyolamış orada, bululasa, burası bizim, deyeceklemiş”
demez mi…
Hiç çaktırmadan,
düşünmüyormuşum gibi yaptım.
Bunun
var,
var,
var,
var, var da var, memleket bu canım, ekmek mi ki, kırıp yarısını vereyim, herkesi övme hakkı da bana bahşedilmedi ki…
Çay 50 kuruş, iki çaya 5 lira verdim, 4 liraya ağalık yaptım güya, kalktım, saldım kendimi bayırdan aşağı, attım arabayı boşa, traktör kullandığım günlerden kalma bir hisle.
Kalkan, Kaş, Demre aşağıda…
’de
var, millet
’e gider, ben
’e,
’dansa,
.
Sebze işi yapıyor, harbi delikanlı, öyle cafede mafede buluşmadık, doğru
’in evine gittik, yenge hanım bir mısır ekmeği yapmış,
’ım, üstüne de hafif tuzlu tereyağını gezdirmiş, besmele çektim mi bilmiyorum da, hiçbir şeyi çatalla kaşıkla yemedim, onu biliyorum.
Sonra
dahil oldu sofraya, o da yemek bezini çekti dizlerine ama adamların karnı tok, yeni yemişler, nezaketen oturuyorlar, bende numara yok, açım ve o kocaman mısır ekmeğini bitirene kadar yiyeceğim, bitirdim de…
Babam gibi durmadan namazı hatırlatıyor
,
“Sen seferisin, işin kolay”
diyor, ben de kolayını yapıyorum, sonra çıkıyoruz,
başlıyor.
Unutmadan, bu
de
’ta yazmaya başladıktan sonra tanıştık, vesile olanlardan
.
Önce kükürtlü su vadisine gittik, millet çoluk çocuk doluşmuş gölete, herkes şifa peşinde, çok faydalıymış çok, hem içe hem dışa, pürüzsüz bir ten, makine gibi çalışan bağırsaklar hep bu suyla oluyormuş.
Demre yat limanına geçtik sonra.
Yağız bir delikanlı selam verdi,
dedi, yatına davet etti, geçtik içeri oturduk, Yörük beyi,
“Bana İmparator Ertuğrul”
derler, dedi,
“Ertuğrul’un ‘gazi’ olanını biliyordum da, imparator olanına ilk kez rastladım
” dedim.
, işten güçten anlattı,
“Rusları seviyorum, Ruslar gelsin, domates yesin, kimse Rusların uçağını düşürmesin, Ruslara dokunan beni bulur karşısında”
dedi.
,
işini sevmedi,
“Rus’un turist olanı iyidir, tüccarı sahtekardır, ne firmalar battı, mal gönderdiler para alamadılar”
dedi, konu kapandı,
’la, görüşmek üzere sözleştik, oradan ayrıldık, başka bir yatla açıldık
, her adanın, her koyun, her kayanın tarihini anlattı bize,
“Bir zamanlar ben de yatçılık yaptım, Allah’ın sevgili kuluymuş ki, erken ayrılmışım, bilmediğin işe girmeyeceksin, Faruk Bey”
dedi.
batık şehirlerinin üzerinden geçerken,
, parmağını uzattı,
“Şu karşıda gördüğün köy, Kaleköy, oraya karayoluyla ulaşım yoktur, sadece deniz yoluyla gidilir, orada sekiz on öğrencili bir okul var, Rahmi Koç, özel olarak o okulla ilgileniyor, orayı açık tutuyor”
dedi.
“Demek ki Rahmi Koç da, benim gibi Kilikyalıları seviyor, Rahmi Bey, tarihi yerleri seviyor, Kütahya’dan, çini sanatçısı rahmetli Sıtkı Usta ile olan münasebetlerini de bilirim”
dedim.
Etrafı izlemeye devam ettik, insanoğlunun bıraktıklarına bakıp gidenlerin gürlek naralarını duymak için sadece susmak gerekir, diye düşünüp sustuk, geri dönüş için burnumuzu limana çevirdik, ruhumuzu yalayan tuzlu suya uyduk, turu tamamlayıp limana çıktık.
Akşam yemeğinden sonra,
,
,
virajlarında oynaya oynaya geri döndüm, arabayı boşa atarak indiğim yokuşları ikinci vitesle zor çıktım,
’ya, yani
’ne vardım.
’ı hatırladım, aradım,
“Yavuz Abi, vallahi bu iş iyiymiş, geziyorsun, konuşuyorsun, görüyorsun ve yazıyorsun, hafta sonu senin üsluba çalan bir yazı yazıyorum, haberin olsun”
dedim.
“Yaşa bee Faruk, Anadolu, herkese yeter, Anadolu deryadır, yaz yaz bitmez, gözlerinden öpüyorum seni”
dedi, kapattık.
Yıldızların altına bağdaş kurdum, geceyi dinledim, göğe baktım ve yazdım.