|
Oyunbozan

İki gün önce acı bir telefondan Nusret Özcan''ın vefat ettiği haberini aldım. Hep söylenir ya, bütün ölümler beklenmedik, bütün ölümler erken... Ya da biz her şey aynı şekilde yaşanıp gidecek, hiç değişmeyecek, hiç kesilmeyecek, hiç başkalaşmayacak ve hayat ırmağı hep böyle akıp gidecek zannediyoruz. Öyle olmadığını hatırlatan acı haberler sıklaştıkça, unutkanlığın kollarına çok daha sık atıyoruz biz de kendimizi. Bu aslında unutkanlık denmesi zor bir şey, daha çok gönüllü bir sarhoşluk gibi, zihinsel bir uyuşma gibi, her yanı hayatla doldurup ölüme etrafımızda hiç yer bırakmama vehmine tutulmak gibi bir şey... Ama içimizden bir yerlerde çok iyi biliyoruz ki, ölüm, yaşadığımız her şeyin misafir sanatçısı... Ölüm bir kıyıda bekleyerek hayatı seyrediyor daima. Kendini ne zaman göstereceğini, sahneye ne zaman çıkacağını ve hayata dair her şeyi önemsiz hale getirecek o nihai dokunuşu ne zaman yapacağını asla bilemiyoruz. Tek şansımız, oyuna fazlasıyla dalarak oyunbozanı unutmak olduğuna inanıyoruz. Çılgınca bir bağlılıkla oynarsak bu oyunu, belki körleşiriz gerçeğe diye düşünüyoruz. Tam bir zavallılık... Oyunbozan, oyunla birlikte var oldu, var edildi çünkü. Oyunun ilk kuralı sonlu olması... Sonsuza adanmış olması...

Nusret Özcan, sadece birkaç kez muhabbetine ortak olduğum güzel bir insandı. Ama buna rağmen hafızamın İstanbul''la ilgili albümünde sıklıkla rastladım her zaman ona. İstanbul''la ilgili bütün cümlelere öylesine dervişane bir hafiflikle dahil oluyordu ki... İstanbul''u onsuz, onu İstanbulsuz düşünmek zorlayacak şimdi beni.

Onu kaybetmeyi elbette beklemiyorduk, genç sayılırdı yaşı daha... Aramız on yaş bile değil... Matematiğin neresinden baksanız uzun bir ömür değil... Ama ben mümkünse hiç matematikle bakmam hayata... Şu anda hâlâ, iç hafızamın kaldırımlarında dolaşmakta olan Nusret abi, matematiğin izah edemeyeceği uzunlukta bir ömür sürdü aramızda. Bir şeyin uzun olmasını çok yılla, çok ayla, çok günle, çok saatle izah etmemek lazım. Ne kadar doludur o yılların, ayların, o günlerin, saatlerin içi, ona bakmak lazım.

İstanbul zamansız bir şehir... Günbatımlarında uzun uzadıya kendini gösteren kubbe ve minare silüetleri, ulu camiler, davudi sesli vapurlar, martı çığlıkları, mavi bir düş gibi içinize işleyen Boğaziçi... Bunlar, üstüne tarih düşmeyi lüzumsuz addedeceğiniz fotoğraflar... Bir fotoğraftan daha uzun süren, içine bir fotoğraftan daha fazlasını sığdıran izler, görüntüler... İstanbul öyle bir şehir, zamanla bağlayamayacağınız, takvime hapsedemeyeceğiniz, iki ucunu birleştiremeyeceğiniz bir şehir...

Nusret Özcan, böyle bir bütünün fazlasıyla yakışıklı bir parçasıydı. İstanbul''a aitti, Allah-u âlem, zamansızdı. Matematiğe inat, çok uzun yaşadı o 49 yılı... Zamanını sonsuza emanet ederek yaşadı. İnanmayan fotoğraflarına baksın, o pîr-u pâk saçına, sakalına baksın. O genç yüz, o delikanlı bakışlar, sanki bir asır biriktirmemişler mi avuçlarında?

Dergibi''de Hakkı Yanık''ın bir sorusunu cevaplarken, “Gittikçe betonlaşan, ilişkileri tüketen, ilişkilerdeki sıcaklığın, samimiyetin, muhabbetin artık kalmayışı hangi çağda olursa olsun kötü bir şey. Çokça duyduğumuz bir şey; apartmanlarda oturanların birbirlerini tanımadığı, yardımlaşmanın, komşuluk ilişkilerinin kalmadığını söyleyerek yakınıyor insanlar. Niye? Hayatı ortadan kaldıran bir ilişkiler yumağı içinde yaşıyoruz da ondan.” diyor. Böyle olmayan bir yere taşındı diye düşünüyorum şimdi. Bize yokluğuna alışmak düşüyor.

Allah gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.

17 yıl önce
Oyunbozan
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’