|
Sinema eksilirken...

Dünya sineması iki gün içinde ağır kayıplar verdi. Önce sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Ingmar Bergman İsveç''te, Baltık Denizi''ndeki Faro adasındaki evinde öldü. Hemen ardından İtalyan sinemasının yetiştirdiği en büyük ustalardan, özellikle de Cortazar''ın romanından uyarladığı Blow-Up/Cinayeti Gördüm filmiyle tanınan, beğenilen Michelangelo Antonioni''nin ölüm haberi geldi. En son da Fransız sinemasının hafızamda pek çok güçlü karakterle kalan Michel Serrault''un öldüğünü öğrendik. Bergman ve Antonioni, popüler sinema izleyicisinin çok fazla ilgisini çekmeyen zor filmler bıraktılar arkalarında. Ancak aynı filmler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sinema sanatına derinliğine ilgi duyanların ilham kaynağı olan, dünya sinemasının tarihi köşe taşları olan filmler... İnsana, hayata, hayat içindeki parçalara ve bütünlere, bağlara ve ilişkilere, fizik ve metafizik varlığa, inanç ve inançsızlığa tutkulu bir sinema diliyle karşılıklar arayan filmler... Uzun uzun hayatlarından, filmlerinden, sanatçı kişiliklerinden ya da düşüncelerinden söz etmeyeceğim. Bu üç sinema ustasının da bütün hayatlarını sinemaya adadıklarını biliyorum. Sinema ve tiyatro, Bergman''ın iki haşarı çocuğu gibiydi. 89 yaşındaydı ve hâlâ sinemayı düşünmekten ve konuşmaktan vazgeçmemişti. 95 yaşında ölen Antonioni, 1985 yılında felç geçirmiş, ancak sinemadan vazgeçmemişti. 79 yaşında ölen Michel Serrault, sinemanın gidişatı sorulduğunda "Sadece eğlendirmek isteyenlere karşıyım" diyordu. Ne zaman? Sadece eğlendirmek isteyen sinemanın sektörü yavaş yavaş ele geçirmeye başladığı bir zamanda...

Bütün bunların sizlerin ne kadar ilginizi çektiğini bilemiyorum. Bu "beklenen ölüm"leri, medyanın en ciddiye alınabilir adreslerinin bile birkaç paragraflık ajans haberleriyle geçiştirdiğine bakılırsa, iyimser beklentilere hiç girmemek gerek... Dünyamızdan kayıp giden bu üç usta isim, sadece sinema sanatına açtıkları derin parantezlerle değil, neredeyse yüzyılımıza, zamanın bu yüzyıl boyunca insan ruhuna kattıkları ve eksilttiklerine tanıklık ettiler. Zamanla birlikte kendileri de değiştiler, ama ayaklarını bastıkları yeri değiştirmediler, insanı, hayatı, dünyayı, yaşananı ve hissedileni düşünmeye devam ettiler. Bir anlamda, kendi hızlarında yaşadılar, zamanın hızına kapılmadılar. Kendi anlam dünyalarına tutundular, dünyanın dayattığı anlamsal sığlaşmaya teslim olmadılar.

Yani hiza mesafe almadılar, sırayı sürekli bozdular.

Sinemayı asla bir eğlence aracı olarak görmeyeceğim. Filmleri de asla sıkıcı ve eğlenceli olarak ayırmayacağım. Bunu yaparsam, sinemanın sadece bir sektör olduğu dayatmasına da er geç teslim olmak zorunda kalırım. Çünkü ancak sektör mantığı eğlencenin garantisini verebilir, veriyor.

Eğlenmeye itirazım yok, ama hayatın eğlenceyle kaim kılınmasını kanıksamaya itirazım var.

Sinemaya eğlenmek için giden, kitapları sıkıcı olmadıkları sürece okuyan, hayata ve insana dair "kaygu" sahibi olmayı "aksiyon"un önündeki engel gibi gören, dert sahibi olmakla yılgınlığı ve çürümeyi birbirine karıştıran zihinlerle geldiğimiz yer işte burası... Peki şimdi "mânâ"ya buz gibi soğuk, esen yelin iki tarafa savurduğu bu yeni insan portresinde, "vicdan"ı hangi zeminin üstüne inşa edeceğiz.

"Kaygu" için açmış her çiçeği ciddiye almak gerekir, velev ki dikenli olsun. "Mânâ"yı büyüten her şeye bakmak gerekir, velev ki kahırlı olsun. Çünkü insan olmak zordur. Çünkü dünya hayatı dramatiktir.

Öyle olmasa "öte"nin bir "cennet"i olmazdı.

Bergman, Antonioni ve Serrault''tan bana bir şeyler kaldı. Ne kaldıysa, özenle, insanca bir tutumlulukla saklayacağım.

17 yıl önce
Sinema eksilirken...
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı