Bir insan düşünelim. Trafikte emniyet şeridini kullanıyor, riskli sollamalar (makas) yapıyor, birçok canın hayatını tehlikeye atıyor, insanları korkutuyor. Bütün bunları yaparken hem kul hakkına giriyor, hem ağır sözlere maruz kalıyor. Nihayetinde evine / emeline erken ulaşıyor. Şimdi biz bunu başarı olarak görebilir miyiz? Haksızlık yapmışsın, kuralları çiğnemişsin, korku salmışsın ve birçok insanın ahını almışsın. Günümüzün başarıları, çoğunlukla, işte bu şoförün / insanın yaptığına benziyor.
Neredeyse hepimiz başarıyı tek şık olarak görüyoruz. Bu şekilde şartlanıyoruz. Başarısızlığı yüz kızartıcı bir suçmuş gibi kabul ediyoruz. Bir kusur. Adeta dünyanın sonu. Oysa dünyanın sonu yoktur, insanın sonu vardır. Belki de bundan dolayı, 'kanaat en büyük hazinedir' denilmiştir.
Elbette inanmak başarmanın yarısıdır. Pekala diğer yarısı da başarısızlık olabilir. Kısmet değilmiş. Nasibimizde yokmuş. Kader.
Nasıl kâr ile zarar, neşe ile keder beraber geziyorsa; iyinin yanı sıra kötü, aydınlıkla beraber karanlık varsa, başarı ve başarısızlık da öyledir. Olur veya olmaz.
Şöyle ki: Paramızı kâr-zarar ilkesiyle çalışan bir kuruma teslim ediyoruz. Kâr payı alırken iyidir, hoştur. Zarara ise pek fazla insanın razı olacağını sanmıyorum. Olaylar çıkar. Şube önlerinde eylemler olur.
İnanıyorsak, teslim olmuşsak, başarı da ondandır, başarısızlık da. Olanda hayır vardır. Ne güzel.
***
Başarıya şartlanmak, insana mahsus birçok güzelliği, inceliği zedeliyor. Acımasızlığa, kıskançlığa, sevgisizliğe ve saygısızlığa kapı aralıyor. İnsanları rakamlara, sırt numarasına indirgiyor.
Bu anlayışla büyüyen / yaşayan birine, önündekini geçmek de yetmiyor. İlla devirmek. Başkalarının yaşamasına müsaade etmemek. Aynı kulvarda / meslekte bulunan her insanı açık bir hedef, yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görmek.
İşin sonunda varılan yer: Bükemediğimiz bileği tebrik etmek yerine, ısırmak. O bileğin sahibine türlü eziyetler yapmak.
İşin sonunda varılan yer: Başkasının hakkına girmek ve almak. Evine, bahçesine girer gibi. 'Bana kul hakkıyla gelmeyiniz' diyen kim?
Havalanan her şey konmak zorundadır. Kuş veya uçak. Doğan ölür, yapılan yıkılır. Bunları unutmayalım.
Burada, şunu da söylememiz gerekmektedir:
Ona bir şey demiyor yahut diyemiyoruz.
***
Edebiyat, siyaset, ticaret. İnsan, her yerde aynı insan. Önceden pek böyle düşünmezdim. Şimdi ve maalesef…
Ahlaklı kalkınmadan bahsediyor, fakat ahlaklı başarıdan pek bahsetmiyoruz.
Bazen ne kadar çalışırsan çalış, olmaz. Bazen de kendiliğinden gelir, olur. Nasip.
Mustafa Kutlu hocamızla yaptığımız sohbetlerden birinde, şiir için, “Sevgili İbrahim, nihayetinde bu iş nasip meselesidir” demişti. Hiç unutmadım.
Kutlu hocamızın bu sözünü ne zaman hatırlasam, beraberinde, Nurettin Topçu'yu da anıyorum. Şu sözüyle birlikte: “Alemde ahlaktan daha güzel, daha gerçek bir şey yoktur.” Nasiple ahlakın ne ilgisi olabilir, demeyelim. Mehmet Akif'ten Sezai Karakoç ve Hasan Aycın'a kadar bazı kıymetlere bakalım yeter. Olduğunu anlarız.
***
Cüzdanımız kaybolduğu zaman, içindeki paraya değil, kimlik kartımıza üzülürüz. Telaşa kapılırız. Aklımıza, türlü fenalıklara maruz kalmak gelir. Bu örneğe diğer tarafından bakarsak; maddi başarıların peşinde koşarken, çoğunlukla, kimliğimizi kaybediyoruz. Başka biri olup çıkıyoruz.
Şunu da belirtelim:
Mesela sesimizi duyurmak için yolu kapatmak, insanların geçmesini engellemek, kavuşmasını geciktirmek.
Dönüp geriye baktıklarında ne görürler? Bana öyle geliyor ki, gönüllü bir şekilde, bir kafesin içine girerler. Unutmayalım ki, kafesler, genellikle, içindeki kuşlardan daha değerlidir, pahalıdır.
***
Yazımızın eksik kalmaması için, ilave etmemiz gereken bir bölüm daha var. Bütün bu yazdıklarımızın yanına şunu da usulca bırakalım:
Her başarının altında / arkasında, tabiri caizse, 'karanlık bir güç' arıyorlar. Bir çıkar ilişkisi. Vefayı ve sadakati, ancak menfaat kavramıyla açıklayabiliyorlar.
Bunların işi hepsinden zor.