|
Allah devletimize zeval vermesin

Bir buçuk aydır ısrarla 'millet ve memleket' diyorum. Bazen tekrara düştüğüm oluyor. Bunun farkındayım. Pekiştirmek iyidir.



Kim yazdı, nerede okudum, hatırlamıyorum. Belki de işgal girişimi sırasında söylendi. Aklımda şöyle kalmış:

“Ev kiralık ama vatan bizim.”


Vatan kelimesi / kavramı, tek başına bile insanı yeşertmeye yetiyor. Çünkü içine her iki cihan birden sığıyor. Hakikaten heyecan verici.



Yorucu şehir hayatı, bazı kıymetleri bize göstermiyor. İşten başını kaldıramamak gibi. Yoğunluk, kalabalık, kabalık ve beton bloklar arasındayız. Rekabetin öne çıktığı; ihtiras, hırs, haset gibi yıkıcı huyların baskın olduğu ortamlardayız. Bu karmaşa denizinde acele etmek, hızlı yüzmek zorundayız. Haliyle incelikler, güzellikler ve hayaller hep uzaklarda kalıyor. Onlara yer açmak büyük mesele.



Bir zorluk ânında yahut sıkıntılı durumlarda, gördüğüm güzellikler aklıma gelmeye başlar.

Bu bana güç verir, umut verir. Savunmaya işte buralardan başlarım. Güzelliği kaybetmemek için mücadele ederim.



Fırat nehrinin berrak suları, Muş ovasının enginliği, Malazgirt'in ıssızlığı, Ağrı dağının uzaktan görünüşü, Karadeniz'in dağları ve dereleri, İç Anadolu'nun ulu camileri ve medreseleri, Nallıhan Kuş Cenneti, Ilgaz dağları ve çam ormanları, buğday tarlaları, bazı küçük köyler, yalnız yaylalar, elikler, çördükler, ahlatlar, alıçlar. Bozkırları süsleyen geven bitkisi. Geyve'nin meyveleri. Göynük, Karapürçek, Kirpiyan, Dodurga ve daha nicesi. İşte bu hayatın insanları. Savaş uçaklarını engellemek için bir yıllık mahsulünü / emeğini yakan ve yardım kabul etmeyen çiftçi, Kazanlı amca, Ömer Halisdemir'in babasının vakur duruşu, cenazede ağlayanları teselli eden şehit anaları. Ardahanlı çobanda gördüğümüz Anadolu irfanı. Arifler yurdu.



Milletin kalbinden gelen ortak temenni: Allah devletimize zeval vermesin.


O devlet ki Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Eşrefoğlu Rumi, Mimar Sinan ve Mehmet Akif'tir. Türkçe'dir. Süleymaniye'dir. Şeyh Galip divanıdır. Hazreti Ali cenkleridir. Sandıklarda saklanan cönk defterleridir. Yanık türkülerdir. Gesi Bağları'dır. Asırlık çınar ağaçlarıdır. Ahlat'taki Selçuklu mezar taşlarıdır.



İşgal edildiğimiz veya parçalandığımız vakit, sadece topraklarımızı kaybetmiş olmuyoruz.

Yalnız siyasi harita değişmiyor. Elimde 1912 tarihli bir Edirne kartpostalı var. Selimiye'nin muazzam manzarası. Kartın üzerinde 'Bulgaria' yazıyor. Bir mesele bundan daha açık nasıl anlatılabilir?



Daima 'vatan sağ olsun' diyoruz. Böylece vatanın diri olduğunu, yaşadığını, nefes aldığını, can taşıdığını kabul etmiş oluyoruz.

İnsanları, ağaçları, kuşları, ceylanları, dağları ve ırmaklarıyla. Fakat bunu buralarda, yani büyük şehirlerde pek anlama imkânımız yok. Gündelik telaşın hâkim olduğu bu hengâme içinde, vatan bahsinin neye karşılık geldiğini tam mânasıyla göremiyoruz. Belgesel seyrederek olmuyor.



Bir şiirimde “seni sevmeye dağlardan başlıyorum” diye yazmıştım. Galiba şimdi oldu.



***



Ali Aktaş kardeşimiz, “Türkiye, rüyası yarım bırakılmış insanların ülkesidir” diye yazdı. Bir hayli dokunaklı. Devamında bir cümle daha kurdu: “Türkiye, tamamlanmamış bir rüyadır.”



O rüyanın içinde neler var? Nazlı Budin'den itibaren ne çok şey.



İki vadiden akmak, yazmak mümkün. Birincisi, ölmek için köyüne geri dönen yahut öyle vasiyet bırakan nesiller. Bu vefadan, sadakatten ve toprağa bağlılıktan beslenen, neşet eden soylu ruh. Toprağımızın ve insanımızın tâ kendisi olan derin mâna. Daha ilk anda, tankların önünde, üstünde, namluların ucunda bu insanları ve evlatlarını gördük. 'Seçkinleri' değil. Onlar beş yüz ünlüyle beraber geldiler.



İkinci vadi, tarihî yürüyüşümüzle ve bin yıllık millet hayatımızla ilgili. Biraz yakına getirelim: Nusret Pulhan'ın 1973 tarihli Türk pulları kitabını okurken dikkatimi çekti ve saydım. Bizde posta pulu 1863 yılında kullanılmaya başlanıyor. Bulgaristan'da 68, Yugoslavya'da 69, Yunanistan'da 124, Irak'ta 51, Filistin topraklarında 35, Lübnan bölgesinde 91, Suriye'de 45, Libya'da 47 postahânemiz varmış. Gündemimizde olduğu için Suriye'den örnek verelim: Banyas, Bekaa, Beylan, Cebeli Kalmun, Deraa, Duma, Halep, Hama, Humus, İdlib, Lazkiye, Maarra, Rakka, Şam…



Yüz sene önce buralardan Türkiye damgalı mektuplar, kartlar gönderiliyordu. Bu rüya yarım kaldı. Başka birçok şey gibi.



Şimdi Suriye topraklarında yabancı devletler ve işgalci zihniyetler var. Onlar herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Türkiye'nin birkaç adım içeriye girmesi ise endişeye / korkuya neden oluyor. Hemen toprak bütünlüğünden bahsediliyor, uyarı yapılıyor. Şiddetin baş sorumlusu olanlar, bizi şiddetle kınıyor. Peki, niçin? Elcevap:

Yarım da olsa, rüya rüyadır.


***



İnanarak yazıyorum, söylüyorum:

Türkiye'nin kuvvetlenmesi, kötülüğün zayıflaması demektir.

Bölücü terör örgütü bu yüzden şantiye basıyor. Paralel yapının dış müdahaleye yönelik gayretlerinin izahı da budur. Bağımlı oldukları için bağımsızlığa düşman gidiyorlar.



O birkaç adım vatanın sağ olması, selamet bulması, devletimizin zeval görmemesi ve güzelliklerin muhafaza edilmesi için atıldı. İnşallah devamı gelecek.


#Ali Aktaş
#Kuş Cenneti
#Ilgaz dağları
#Yunus Emre
#Süleyman Çelebi
8 yıl önce
Allah devletimize zeval vermesin
Para, kimlerde nerede?
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…