|
Bugünlük ekmeğim var
Kaç yıl oldu acaba? Herhalde beş ya da altı… Cağaloğlu'nda bir programdan çıkmıştım. Hava biraz soğuk olmasa o yokuştan öylece sallanıp Üsküdar iskelesine yürürdüm, fakat gözüm kesmedi. Tramvaya binmeye karar verdim.

Bilet turnikelerine yaklaşırken önümde bir yaşlı amca fark ettim. Yetmiş üç yaşında olduğuna hükmederdim bir öykü yazarı olsaydım. Çok eski olduğu her halinden belli bir siyah bir palto; hani şu tabanı lastik üzeri kundura görünümlü siyah ayakkabılar ve siyah bir bere. Elinde de yine siyah bir poşet.

Amca turnikenin önüne gelince eliyle işaret etti güvenlik görevlisine. Ben hemen elimdeki jetonu hazırladım. Hani güvenlik görevlisi amcayı içeri almazsa falan derhal onun için jeton atacağım. Güvenlik görevlisi amcanın işareti ile turnikeyi açtı.

Tramvay durağındaki koltuklardan birine oturdu amca. Evet, yorgundu. Ancak bu yorgunluk o yaşta insanlarda görmeye alıştığımız türden bir yorgunluk değildi. Başka, bambaşka bir yorgunluktu bu. 'Hala yaşıyor olmanın yorgunluğu' derdim bir öykü yazarı olsaydım.

Tramvay geldi. Amcayla aynı kompartımana bindik. Bir kızcağız hemen yer verdi. Ben karşısına dikildim amcanın. Neden sonra aklıma geldi. Elimi cebime attım. Bir miktar para ayarladım el yordamıyla. Avcuma sıkıştırdım. Amcanın yanına gittim. Kulağına eğildim. Avcumdaki parayı avcuna uzattım. 'Amca' dedim, 'bir miktar para var burada. Çok bir şey değil, ama belki bir ihtiyacını giderir.'

Amca, ona uzattığım elimi tuttu. Başını döndürüp gözlerime baktı. Avcumu, para içinde kalacak şekilde kapattı. Diğer elindeki poşeti hafifçe kaldırdı. 'Sağol evlat, bugünlük ekmeğim var' deyiverdi.

Kısa, fakat upuzun sustum. Bir şey söylemem gerekiyordu. Basit bir şey… Ne bileyim ben, 'sen yine de al amca, lazım olur' falan demem gerekirdi belki. Diyemedim. Amca, avcumdan çektiği eliyle omzumu sıvazladı. Yeniden dikildiğim yere döndüm. Amcaya değil de başka bir tarafa bakmak zorunda hissettim kendimi. Hayır, 'afallamak' başka bir şeydi. Mesela deli gibi âşık olduğu kız yanına gelip 'artık bana açılacaksan açıl, aylardır acı çekiyorsun' falan dese afallar insan. Ya da ne bileyim babanız 'ben artık bu mobilya işinden sıkıldım, her şeyi satıp annenle dünya turuna çıkmaya karar verdik' falan dese.

Yaşadığım şey afallamak, şoke olmak, şaşırmak, hayret etmek değildi.

Açıkça ve kesin olarak acziyete düşmüştüm. O siyah poşet beni, hayat hakkında bildiğim her şey konusunda acze düşürmüştü.

Gülhane ile Sirkeci arasında modern hayata direnmek, kapitalizmle mücadele konsepti ve benzeri bütün entelektüel yaldızlarımın omuzundan birer birer döküldüğünü hissettim.

Yaldızlarım dökülmüştü, fakat benzerini ancak asr-ı saadette yaşamış insanların hayatından okuyabildiğim bir öykünün iki kahramanından biri olmuştum aynı anda.

Üsküdar vapurunda o üç kelimelik cümle tekrar tekrar doluştu zihnime: 'Bugünlük ekmeğim var.'

Müslümanlığı kimseye bırakmayanların da, 'sosyalizmin asıl sahibi biziz' diyenlerin de bu cümleden çıkarabileceği o kadar çok ders var ki.

'Bugünlük ekmeğim var' diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir.

Bizse, şahane konforumuzla her gün 'neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek' yorgunuz.

'Fazla yaşamaktan yorgunuz' derdim bir öykü yazarı olsaydım.

Oruçluyken düşünülebilecek şeyler

3 yıl önce Somali'de bir grup Müslüman, din adamlarına 'iftarda ya da sahurda yiyecek herhangi bir şey bulamıyoruz, sadece su ile oruç tutsak olur mu' diye sormuşlardı.

Bunu düşünebiliriz.

Hâlihazırda dünyada bir milyar iki yüz milyon Müslümanın oruç tuttuğu tahmin ediliyor. Bu bir milyar iki yüz milyon insanın beş yüz milyonu oruçlarını patates, bulgur, pirinç gibi tek bir gıda maddesinden hazırlanmış tek bir yemekle açabiliyor. Bu beş yüz milyon insanın yanına en az beş yüz milyon da Müslüman olmayan, fakat aynı şartlarda yaşayan insan koyun. Demek ki bir milyar insan 'yarı aç yarı tok' yaşıyor dünyada.

Bunu düşünebiliriz.

Soframızda bulunan nimetlerin tadını bilmeyi bir kenara bırakalım, o nimetlere ulaşmanın hayalini bile kuramayan çocukların yaşadığı bir dünya burası.

Bunu düşünebiliriz.

Dünyada dört yüz milyonu aşkın insan içme suyuna ulaşabilmek için günde en az bir kilometre yürüyor. Bu insanların yüz milyon kadarı bir bardak suya ulaşmak için beş kilometre ve fazlasını yürümek zorunda.

Bunu düşünebiliriz.

Halep'ten Şam'a, Bağdat'tan Arakan'a, Sina'dan Doğu Türkistan'a milyonlarca insan 'bu akşam ölmeden iftar edebilir miyiz' sorusunu soruyor ve bu soruya gayet tatmin edici şekilde 'inşallah evet' diye cevap veremiyorlar.

Bunu düşünebiliriz.

Ramazan'ın ilk gününden son gününe değin çocuğunun kendisinden istediği ne bileyim bir kilo güllacı, yarım kilo hurmayı alamayan babalar var ülkemizde.

Bunu düşünebiliriz.

Daha pek çok şey düşünebiliriz. Çünkü düşünmek orucu bozmaz.

Bulanıklık mı berraklık mı?

Ahmet Murat'ın 'Muhayyer Münacat' isimli harika şiirinde bir dize var: 'Göğe o bedevi gibi baktım, Allah gökte diyen, ümmi, müsterih'

'Din berrak bir şey değil midir' diyen bir arkadaşın sorusuna bu dizeyle cevap verdim son Bize Müsaade'de.

Çünkü şöyle: Bugün 'dinin berraklığı' olarak isimlendirilen şeyin aslında bir çeşit bulanıklık, 'dinin bulanıklığı' olarak isimlendirilen şeyinse aslında bir çeşit berraklık olduğunu düşünüyorum.

'Dini bilgimiz arttıkça daha dindar insanlar oluyor muyuz' sorusunu sormayı ve bu soruya sahih cevaplar bulmayı teklif ediyorum.

Sözgelimi Ramazan aylarında birdenbire ekranları dolduran hocalarımızı alalım ele. 'Ekranda böyle şeylerin izleyicisi var' diyerek deccal, kıyamet, cennet, cehennem, mehdi, mesih, ruh ve benzeri 'dini' konularda bilgi pompalıyorlar izleyenlere.

Bu konuların 'dini' olarak isimlendirilmesindeki sıkıntı bir yana, bu bilgileri yutarcasına izleyen, adeta beyinlerine kazıyan insanlar bu programlar sonrası gerçekten bir aydınlanma, bir berraklaşma süreci yaşıyorlar ve derhal daha dindar insanlar haline mi geliyorlar?

Hadi adını net şekilde koyalım: Din bir 'vecibeler alanı' olmaktan bizatihi 'dinin berraklaşması gerekir' diyen adamlar eliyle çıkartılmadı mı? Aynı operasyon sonra 'din gündelik hayatı ve iktidar ilişkilerini düzenleyen bir siyaset alanıdır' cümlesine yapılmadı mı? Şimdi maşallah 'din bir güzel ahlak alanıdır' cümlesi de yerle yeksan edildi.


Allah'ın dini yeteri kadar berrak değilmiş gibi, mesela 'Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir' ayet-i kerimesi nazil olmamış gibi davranarak mı berrak hale getirilecek din?

'Dini berraklaştırmak' için yapılan şeyin adı 'rasyonalizasyon' ise, dini kendi sınırları dışında bir alanda tanımlayıp onu bir hissesiz anlatılar bütününe çevirmekse, hükümler apaçık ortadayken sergilenen bulandırma performansının adına 'berraklık' denilecekse bize düşen, bize pazarlanan bu dini almamak, alana da mani olmaktır.

Öyle bir noktaya geldik ki neredeyse 'berraklık bulanıklıktır, bulanıklık ise hakiki berraklıktır' deyip 'Allah gökte' diyen o bedevinin yanında saf tutmayı tek kurtuluş yolu sayacağız.

Elmalılı merhumun nefis çevirisinden okuyalım şu muazzam ayeti: 'Odur indiren sana bu muazzam kitabı: bunun bir kısım âyatı vardır muhkemat: onlar 'ümmülkitab' ana kitab, diğer bir takımları da müteşabihattır, amma kalblerinde bir yamıklık bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler: fitne aramak, te'vilini aramak için, hâlbuki onun te'vilini ancak Allah bilir, ilimde rüsuhu olanlar da derler ki: amenna hepsi rabbımızdan, maamafih özü temiz olanlardan başkası düşünemez.'
#ramazan
#Muhayyer Münacat
#pazar yazıları
9 yıl önce
Bugünlük ekmeğim var
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti