|
Büyük yolculuk: Külli tuffa beleş

Sene doksan. Yaş on dört. Bir V6 otobüsün hostes koltuğunda, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yolu izliyorum. Birazdan Bağdat'a gireceğiz. Ahmet Murat, 'Bağdat'ın yapılışı' isimli şiirini yazmamış daha. Yazmış olsaydı, şehre girerken dilime pelesenk olurdu: 'Arapça'dan yapıldı, aruz kullanıldı.'



Kaldı ki bu yolculuğun Türkler için 'otobüsle Bağdat üzerinden umreye gidilebilen son yolculuklardan biri' olduğunu da bilmiyordum henüz. Irak'ın 1990 Ağustosunda Kuveyt'e gireceğini, ardından Bush'un çağrısıyla dünyanın Irak'a 'özgürlük' götüreceğini ve bunun 25 yılda 3 milyona yakın insanın canından olmasına yol açacağını da. 'Bağdat' bir şehir adı olarak zihnimdeydi. Bir de Irak'ın lideri Saddam'ın 'İslam devrimini yok etmek için' İran'la savaştığını düşünüyor ve adamdan hoşlanmıyordum. İran'dan çok hoşlanıyordum ama. Ne de olsa 'İslam devrimi' yapmışlardı. Şimdi o günler aklıma geldiğinde utanıyorum ister istemez. İran'ın İslam devrimi falan yapmadığını, mazlumların canını almaktan çekinmeyen bir kötülük düzenini bir başka bakımdan müesses hale getirdiğini hissediyorum çünkü.



Hikaye dağılmasın. Baştan alayım.



Amcam, 'bu 15 tatilde umreye gidelim mi?' diye sorduğunda dünyalar benim olmuştu. Yozgat ve Boğazlıyan İmam Hatip öğrencileri umreye gidiyormuş. Amcama ulaşmışlar. 'Bir otobüs dolusu öğrencimiz var, götürür müsünüz bizi?' demişler. Amcam da kabul etmiş.



Soğuktu. O gece Kayseri'ye doğru yola çıktık. Kayseri sanayisinde bir tamirhanede otobüsün bilmem neresini tamir ettirip Yozgat'a öyle geçecektik. Tamirhaneden içeriye girdiğimizde köşede, öyle mekanlara mahsus bir varil-soba gürül gürül yanıyordu yanık yağ kokarak. Hemen koştum ve uzattım ellerimi. Muazzam bir sıcaklık yayıldı tabii. Birazdan sobanın yanına abus çehreli bir usta geldi, elindeki paketin içinden pastırma çıkarıp sobanın üzerine yerleştirdi. Pastırmalar cızır cızır pişti. Pastırmanın kokusu yanık yağ kokusunu bastırdı. Fakat adam bana pişmiş pastırmaların bir tanesini uzatıp da 'tadına bakar mısın' demedi. Ve nedense ben o abus çehreli ustanın yüzünü de, o sobada pişen pastırmaların kokusunu da, şu yaşıma geldiğim halde üstelik, hala unutamadım.



Yozgat İmam Hatip Lisesi'nin önü ana-baba günüydü. Umreci öğrenciler, analar, babalar, kardeşler, dedeler. Ayetlerle, dualarla yolculadılar bizi. Tam yedi gün sürecek ve kardan güneşe, soğuktan sıcağa, bozkırdan çöle devam edecek yolculuk böyle başladı.



Kayseri, Maraş, Antep ve nihayet gecelemek için kalbin huzur bulduğu, gönlün mesrur olduğu şehir Urfa. Zihnimi zorluyorum, ancak o gece Urfa'da nerede kaldığımızı hatırlamıyorum. Bir otoparkta mı sabahlamıştık, yoksa bir misafirhanede miydik?



Ertesi gün Balıklı Gölü, mancınığı, Hazreti Eyyüb'ün makamını nasıl gezdiğimizi saniye saniye hatırlıyorum fakat. Çeşit çeşit tespihlerin, çeşit çeşit tütünlerin, rengarenk kumaşların 'büyülü olduğunu' düşündüğüm bir Urfa sokağına seneler sonra gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığını da… Sonradan şöyle düşündüm tabii: Şenliğini kaybeden sokak değil, bendim. Büyüdükçe kaybolan bir şeydi çünkü şenlik. Hayret yoksa şenlik yok. Şenlik yoksa neşe yok. Neşe yoksa insan yok.



Habur sınır kapısına ulaşmadan hemen önce otobüsü durdurdu hocalar. Birkaç çuval elma aldılar. Amcamın suratı asıldı. Nedenini anlamamıştım. 'Biz de bir çuval alalım' dedi. 'Niye elma alıyoruz ki?' diye sordum tabii. 'Görürsün' dedi.



Sınırı geçince yaşadığım hayal kırıklığını size anlatamam. Hayatımda ilk defa yurtdışına çıkıyorum. Sınırı geçince bambaşka bir ülkeye değil, bambaşka bir gezegene geçeceğimi hayal etmiştim yol boyu. Her yerde develer ve çöl olmalıydı. Hatta susuzluktan serap görmeliydim. Fakat öyle olmadı. Yozgat'ın bozkırıyla Irak'ın bozkırı aynı çıktı. Hatta Yozgat'ın adamıyla Irak'ın adamı bile aynı çıktı. Kafalarında kefiye yok, kuşaklarında hançer yok. Olur mu be?



Elma demiştik değil mi? Meğer hocalar Irak'ta meyve bulmanın zor olduğunu duymuşlar. Kapıdan geçer geçmez etrafımızı saran çocuklara 'vahid tuffa vahid dinar' diyorlar. Yani 'bir elma bir dinar…'



Amcamın elmayı niçin aldığını o an anladım tabii. Hemen ardından da içim cız etti. Ayakları çıplak, üzerleri başları dökülen bu çocuklara fahiş fiyatla elma mı satacaktık yani? Hem de umre yolunda. Çocukluğumun kahramanı amcama, merhametiyle bildiğim amcama yakıştıramadım bunu. Hatta diğer hocaların elma almalarına kızmasını da 'demek kendisi kazanmak istiyordu paranın tamamını' diyerek yorumladım içimden. Yine de 'şu elma çuvalını alalım' deyince çaresiz yardım ettim.



Sonra şöyle oldu. Amcam, çuvalın ağzını büyük bir özenle açıp kenarda bekleyen Iraklı çocuklara seslendi: 'Külli tuffa beleş. Taal taal.'


#Külli tuffa beleş
#Ahmet Murat
#Bağdat
#Balıklı Gölü
7 yıl önce
Büyük yolculuk: Külli tuffa beleş
Stajyerlerin sigortalılığı
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim