|
Dilenci

“Seni dinler” diyor. “Bir kere arasın, sadece bir kere arasın yeter” diyor. Sonra dehşetli susuyor. Öyle bir susmak ki, ses çıkaracağım korkusuyla oturuşumu değiştiremiyorum. Hâlbuki ayağım uyuştu nicedir.

“Seni” diyor tekrar. “O seni dinler. Sadece seni dinler. Sen ararsan, benimle konuşur” diyor. Kalbimin perişanlığı artıyor. “Bir kere” diyor, “sadece tek bir kere.”

Üzülüyor muyum? Üzülmüyorum. Üzülmüyorum çünkü şeker hastasıysanız uzak durmanız gerekenin şeker olduğunu bilmeniz gerekir. Sen şekerden uzak dur ki sağlığın senden uzak durmasın. Şekere alışmış, onu bırakamayan bir hastanın tedavisi gibi görüyorum bu süreci. Daha fazlası değil.

Benden cevap alamayınca, ben “ararım” demeyince çaresizce eli artırıyor. “Ona yapacaklarımın yarısı aklımda yok. Söyle ona, ona yapacaklarımın yarısını unuttum. Dünyaya rezil edeceğim onu. Hayatını mahvedeceğim.”

Çaresizce son topunu oynuyor. Hiç beklenmedik bir atak yaptığını zannederek dünyanın en basmakalıp hücumunu organize etmeye çalışıyor.

Basitçe söylemek gerekirse Efşan, olmayacak bir kapıdan aşk dileniyor sadece. Bütün ümitlerinin tükendiğini fark ediyor. Tek bir çıkış var elinde. Merhametimi harekete geçirerek o telefonu açmamı ve ona doğru uzatmamı istiyor. Karşıdaki hakaret de etse, küfür de etse, “seni artık istemiyorum” da dese fark etmeyecek. Sesini duymuş olmak yetecek ona. Uyuşturucu bağımlılarının o dozu alarak, o dozun kendisine yaşattığı ne olursa olsun, hayatta kalmaya devam edebileceğini düşünmesi gibi.

Oysa çare altın vuruşta… Kollarının kaşınan damarlarından birini seçip “bir daha seni almayacağım” diyecek damara doğru. “Seni hayatımdan çıkardım” diyecek.

Diyemiyor.

“Deme Mecnun’a deli, belki de Leyla delidir” diyen şaire hak verdiğim ana geldik. İnce, hicranlı bir ağlama tutturdu çünkü Efşan. “Bak” diyor, “anlatamıyorum galiba. Anlamıyorsun. Benden ayrılacaksa da, beni bir daha görmek istemiyorsa da bunu yüzüme söylemesi gerekiyor.”

Aslında bu makul bir istek… Efşan bunu daha önce en az otuz kez yapmış olmasa elbette yerine getirilmesi gereken bir istek bu. Her seferinde, istisnasız her seferinde “bana biraz daha izin ver, yanında kalmama biraz daha müsaade et, sonra ben kendim gideyim” demeseydi tabii… Ve tabii, gitmeyi başarabilmiş olsaydı.

Telefonu açıp ona uzatsam duyacağı cümle şu olacak: “Hayattaki en büyük pişmanlığım seni tanımış olmak.”

Ne ki fark etmeyecek. Bunu bir iletişim biçimi olarak değerlendirecek Efşan. “O da beni seviyor demek ki” diye düşünecek. İçinden çıkılamaz, fasit bir daire bu. O dairede yaşamayı hayatın kendisi zannediyor. Kendini tüketiyor.

Şimdi ağlaması biraz yavaşladı. Aslında yavaşlamadı da, ağlamaya bile mecali kalmadı artık. Bizim oralarda “gücünü kuruttun” derler artık ağlayacak bile mecali kalmayan insanlara. “Gücünü kurutma boşuna” diyorum. Bu, uzun süredir ettiğim ilk cümle.

“Bak diyor. Bir köşede onun kafasına sıkacağım. Onun kafasına sıktıktan sonra kendi kafama da sıkacağımı biliyorsun çünkü onsuz yaşayamam. İkimizin de katili mi olmak istiyorsun? Açsana şu telefonu…”

Söylediğini yapamayacağını biliyorum ben. Üstelik o da biliyor. Çektiği hastalığı aşk zannediyor sadece. Aşk dileniyor. Umutsuzca…

“Bana artık müsaade” diyorum. “Gidersen kendimi öldürürüm” diyor. Öldürmeyeceğini adım gibi biliyorum. Sadece şekeri bırakması gerekecek ve henüz buna hazır değil.

#Telefon
#Ölüm
#Dilenci
4 yıl önce
Dilenci
Endonezya örneğinden dersler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü