|
Saz çalmayan tel kadrini ne bilsin
Bundan bir kaç sene önce, Allah uzun ömürler versin, Bekir Karlığa hocamla bir Şile yolculuğu yapmıştık. Epeyce bir dolaştıktan sonra Şile'yi ve güzelim denizini tepeden gören küçük bir çay ocağına oturmuş, laflamıştık. Vardan yoktan konuşurken mesele öğrencilik için bir yerden bir yere gitme bahsine geldi. 'Hocam durun tahmin edeyim' dedim, '60'ların sonu gibidir. Maraş'tan ya da o esnada bulunduğunuz Güneydoğu kentinden İstanbul'a trenle gelmişsinizdir. Bir valiziniz, evdekilerin 'yolda yersin' diye verdikleri yolluklarınız ve ihtimal ki bir de yatak denginiz vardır' dedim. Hoca gülümsedi. Belki de 35 yıl öncesini hatırlıyordu. Hafifçe gözlerini kapadı. '60'ların ortasıydı. Valizim de tahtadandı' dedi, 'yolculuk bir günden fazla sürmüştü.'

Hoca kendi yolculuğunu anlatınca ben de hatırladım İstanbul'a nasıl geldiğimi. Ellerimizde ikişer valiz, liseden sınıf arkadaşım Ali Murat Nas ile Ankara'dan gece yarısı trenine binmiştik. Sabah Haydarpaşa'ya indiğimizde ikimiz için de sonucunu çok fazla kestiremediğimiz bir maceranın ilk günü başlıyordu. Ali Murat hukuk, ben ilahiyat okuyacaktım. O Vefa'da bir yurtta kalacaktı, bense Valide Atik'te bir öğrenci evinde...

Taksi, evin bulunduğu sokağa giremeyince elde valizler, çaldım öğrenci evinin kapısını. Evin reisi açtı. Kısa bir tanışma faslından sonra yatacağım ranzayı, eşyalarımı koyacağım demir dolabı gösterdi. Kitaplarımı çıkarıp tek tek yerleştirmemi seyretti.

Bunu söylememiştim değil mi? İki valizimden birinin yükü kitaplardı. Sadece kitaplar. İstanbul'a 'okumaya' gelmiştim zira.

Akşam olup da sofraya mercimek çorbası ve bulgur pilavı konulunca, üstüne ev reisinin 'bu günlük dinlen, yarından itibaren seni de yemek ve bulaşık nöbetine yazarız' demesi ile kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum: 'Oğlum İsmail, gerçek dünyaya hoş geldin.'

Bütün bunları, bunca detayı niçin hatırlıyorum acaba? Çünkü insan sadece hatırlamaktan yapılmıştır. Ancak yine de bütün bu anı parçalarını zihnime hücum ettiren bir başka saik var. Malum üniversiteler açılıyor. Bu yıl ilk kez şehirlerinden uzakta üniversite okuyacak gençleri bir barınma telaşı almış durumda. Bu durumda bir kaç öğrenci ile konuşma şansım oldu. Bana öğrenci rezidanslarından, ultra lüks yurtlardan, bol seçenekli yemeklerden söz ettiler. Ben de yaşlı, yapayaşlı bir adam gibi hissederek 'sizinki de talebelik mi be yahu? Talebeliği mercimek çorbasıyla, kuru fasulye ile biz yaptık' dedim hep onlara.

Oysa gerçek öyle değil. Bu sadece bir devir daim. Bekir hocanın tahta bavulundan başlayıp benim basit kumaş valizimle devam eden bir devir daim hem de. Belki Bekir hoca, belki arkadaşları küçük bekar odalarında yaşam ve okuma uğraşı vermişlerdi. Bizse bodrum katlarında ranzalarda yatmış, kıt kanaat bir eğitim hayatı geçirmiştik. Şimdiki öğrencilerin daha iyi şartlarda, daha güzel mekanlarda kalmaları beni çok mutlu eder. Fakat şunu da merak ederim. 'O valizlerde ne var?' Şimdiki öğrenciler 'tel'in kıymetini bilecek insanlar olarak mı yetişiyor, yoksa 'saz çalmak'la hiç ilgileri yok mu? Valizlerinden çeşit çeşit kıyafetler mi çıkıyor, türlü türlü kitaplar mı? İmkanların değişmesi, mekanların güzelleşmesi 'eylemlerin de güzelleşmesi' sonucunu mu getirecek yoksa bir gerilemeye mi işaret edecek?

İşte bu noktada o muhteşem şiirin ilk dizeleri de geliyor aklıma: 'Ateş vapurunu icat edenler / yelken açıp yel kadrini ne bilsin'

Belki de günümüzde ateş vapuru icat edilmiştir ve belki de yelken açmaya falan gerek yoktur gerçekten. Belki de benim özlediğim sadece İstanbul vapurlarından martılara simit atmaktır. Oysa Marmaray, martılar için işlevsel bir yaşam alanı değildir işte.

Sokak düğününün kıymeti

Nihayet Dergisi'nin evlilik sayısına yazdığım 'kır düğünü' yazısından kısa bir süre sonra, bir düğün merasimine iştirak etmek doğrusu ilginç bir deneyim oldu. Gerçi tam da o yazıda bahsettiğim bir Ankara düğününün ortasındaydım, ancak gene de düğün boyunca durmaksızın etrafı gözlemek benim açımdan çok güzel oldu. Belki bir başka sefere düğünde olan biteni de yazarım, ancak ben şimdi başka bir derdin peşine düşmek niyetindeyim.


Bundan bir süre önce yayınlanan bir genelge ile sokakta düğün tertip etmek yasaklanmış. Yani, sokağın uygun bir boşluğuna bir miktar masa sandalye atıp yemeklerin yenildiği, gençlerin oyunlarını oynadıkları o güzelim düğünler -en azından şehir merkezleri için- tarih olma tehlikesi ile karşı karşıya.

Yapılan düzenlemenin 'komşuları ses ile rahatsız etmemek' gibi bir gerekçesi varsa alınacak önlemler basit. Belirli bir ses düzeyi şartı konulabilir. Sokak düğünlerinin bitirilmesi için bir saat şartı konabilir. Eğer dert güvenlikse devriye gezen polis arabalarıyla çeşitli önlemler alınabilir...

Sokak düğünleri çok kıymetlidir. Camiden çıkan cemaatin, yoldan geçen konu komşunun rızkı vardır sokak düğünlerinde. Güzel, temiz, saf bir eğlence vardır. Almayın bu güzel geleneği elimizden.

Bilemedim kıymetini kadrini

Ne zaman birlikte Kayseri'den Kırşehir'e doğru ilerlesek babamın anlattığı iki hikayenin tekrarlanma zamanıdır.

İlki şu: Yaşadığı köyden ilk defa Kırşehir'e inen bir abdal, şehrin merkezinde, elinde sazı ile Muharrem Ertaş ustanın heykelini görür. Heykele büyük bir hayranlıkla bakar ve şöyle der: 'Hey kurban olduğum Atatürk. Memleketi kurtardığını bilirdim de saz çaldığını bilmezdim.

İkincisi ise şu: Keskin'de yaptıkları düğünden küçücük ve çok eski arabalarıyla dönen Kırtıl abdallarını yolda polis çevirir. Ceza yazacaktır. Ancak Kırtıllılar yalvar yakar olup cezadan yırtmaya uğraşırlar. Sonunda polisler 'sizi bir şartla cezasız göndeririz' derler, 'İstiklal Marşı'nı kimin yazdığını bilirseniz...' Polisten müsaade isteyen abdallar biraz istişare ile bir karara varırlar. İçlerinden yaşlı olan cevabı verir: 'Valla ağam. Hacı Taşan emmimizin makamını tutmaz, Muharrem ağama da az sert gider. Yazdıysa Neşet ağamız yazmıştır dediğin marşı.'


Hadi şunun adını koyalım: Cehaleti 'bilgi' ile ilişkilendiren bir kafaya göre yukarıdaki iki hikayenin kahramanları da 'cahil'dir. Oysa, her iki hikayede de cehalet değil dümdüz 'irfan' vardır. Bugün cehaleti 'bilgi eksikliği' olarak tanımlayan herhangi biri, aynı zamanda cehaletin karşıtının Google benzeri bir arama motoru olduğunu da söylemiş olmaktadır.

Türk elitistinin bayıldığı 'cahil halk' diskuru, aslında halkın derin irfanından tiksinmekten başka bir şey değildir. Dikey derinleştirilmiş bilgiye sahip olmak yerine yatay olarak bütün bir hayat sathına yayılmış irfandan beslenen halktan nefret eder bizim beyazlar.

Halk irfanı türküden, maniden, ninniden, masaldan, atasözünden gelir. Buralardan ve sözlü olarak ilerler. Sözgelimi göçer Türkmenlerin geliştirdiği bozlak kültürü, seneler içerisinde büyük bir gelenek olarak kendisini en üst noktaya ulaştırmayı başarmıştır. Niçin gelmiştir bu başarı? Çünkü ne tekrardan ne de ezberden korkmamıştır bozlak kültürü. Kendisinden önceki tüm birikimi hem tekrar etmiş hem de ezberlemiştir. Böylece bu birikime sahip herhangi biri, bu kültürün üzerine ne koyabileceği sorusuyla ilgilenmiştir. Gerçi bu kültürün üzerine hiçbir şey koyamadan yaşayıp gitse dahi sorun yoktur. Kendisinden öncekini ezberleyip tekrar etmesi, kültürün kesintisiz olarak devam etmesini sağlayacaktır çünkü. Yani şu: Özgünlüğü hayatının yegane davası olarak görüp 'yenilik' için kendini paralamaktansa kendi incelmiş kültürünü tekrar etmek her zaman daha doğru bir hamledir.

Nasılsa arada bir 'bilemedim kıymetini kadrini' diyen bir Neşet Ertaş çıkacak ve geleneği içeriden yenileyecektir.
#Bekir Karlığa
#Türk elitisti
#Nihayet Dergisi
#kır düğünü
9 yıl önce
Saz çalmayan tel kadrini ne bilsin
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi