|
Sezar salatası, Sumatra kahvesi, Kur’an İslam’ı…
Modern hayat bize hemen her alanda muazzam sofistikasyonlar önerip duruyor. Mesela şöyle diyor: Saatte 120 kilometre hızla giden bir arabaya binmen yetmez. Aynı zamanda bu araba aşırı güvenli, tasarım harikası, az yakan, müzik sistemi muazzam bir araba olmalı. Ya da şöyle: Salata yemen yetmez, ince bonfile dilimleri ve Colorado biberleriyle süslenmiş balzamic soslu yeşil salata yemen gerekiyor.

Biz, kapitalist etki altında yaşayan ortalama insanlar, bu sofistike önerileri yerine getirmek için hiç tereddüt etmeden geceli gündüzlü çalışıyoruz. İtiraz etmek aklımıza bile gelmiyor. Zira itiraz etmek, kapitalizm etkisi altında yaşayan bizler için en tehlikeli meseledir.

Ne var ki iş seküler alandan çıkıp dini alana geldiğinde modern hayat birdenbire -bütün o sofistike önerileri yapan kendisi değilmiş gibi- ağız değiştirip şöyle söylüyor: 'Dinde sadeleşme şart.'

Bu 'dinde sadeleşme şart' cümlesinin büyülü bir yanı var. Fakat büyülü yanından evvel, mutlaka dikkate alınması gereken bir öncülü de var: 'Dinde sadeleşme şart, zira din çok komplike, karmaşık, çapraşık bir şey.'

Malum, dinde sadeleşmeyi savunan ve Türk televizyonlarının ekranlarını dolduran hocaların temsil ettiği anlayışa isimlendirme kolaylığı olsun diye 'Kur'an İslam'ı' deniliyor.

Haksızlık etmemek için şöyle yapmaya çalışayım tanımı: 'Kur'an İslam'ı, dinî kaynak bakımından tek referans metin olarak Kur'an'ı gören, bütün çalışmalarını 'metin üzerinden' gerçekleştirip dillendiren, diğer dinî kaynakların referans olarak kabul edilemeyeceğini savunan bir yorum biçimidir.'

Tanımda üç aşağı beş yukarı anlaştıysak ilk itirazımı söyleyeyim. Madem tek dinî kaynak referansı Kur'an'dır. O halde Türkiye'deki Kur'an İslamcıları niçin sürekli bize başka referanslardan hareketle Kur'an'ı anlamamızı önerip durmaktadırlar? Niçin Deridacı ya da Gadamerci bir metin okuma tekniği ile okumak zorunda olalım Kur'an'ı? Madem Kur'an, bir metin okuma tekniği ile anlaşılabilecek bir kitaptır, onu niçin 'ilk-el'in tekniği ile yani Efendimiz(sav)'in kullandığı metin okuma tekniği ile anlamaya çalışmayalım?

Daha da derinleştirelim soruyu. 'Metin sorumluluğu' diye isimlendirebileceğimiz şey, söz konusu Kur'an olduğunda hangi unsurları içerir: Sadece anlamayı mı yoksa anlayıp uygulamayı mı?

Bakın soruyu böylece sorduğumuzda karşılaştığımız manzara daha geniş spektrumlu bir manzaradır. Bugün gelenekçisi, Sünnisi, Kur'an İslamcısı, modernisti v.d… 'Metni okuduğunu ve anladığını' iddia eden hangi kesimin hayatının bütününü aynı zamanda okuduğu metinden anladığını bütünüyle yaşamak kaplamaktadır?

Hadi biraz daha ileri gidelim. Din sadece 'metinden ibaret' bir şey midir? Bir Kur'an İslamcısı sürekli Kur'an okuyarak, bir gelenekçi sürekli geleneğin metinlerini okuyarak, bir sünni sürekli sünni kaynakları tetkik ederek cennete gidebilecek midir?

Dahasını da ekleyelim. Bugün sonu gelmez metin tartışmaları yapıyor olmak insanların akın akın hidayete ermesine, dindarlaşmasına falan yol açmaktadır da bizim mi haberimiz yoktur? 'Ölünün arkasından Kur'an okunur mu okunmaz mı' tartışmasını sürdürüp durmak yerine ölünün ya da dirinin arkasından bir sayfa Kur'an okumak daha mı az hayırlıdır?

Açık söylemek gerekirse herkesin sadece 'imanı ve salih amelleri' sebebiyle paçayı kurtarabileceğini beyan eden ayetler taş gibi durmaktadır Kur'an'da. 'Tartışma' bolca mevcuttur, lakin hem iman hem de salih amel konusundaki performansımız ortalarda gözükmemektedir.

Din sadeleşmeli mi, sadeleşmemeli mi tartışmalarını ilerletip durmak yerine 'Türkiye'de dini yaşamı nasıl daha aktif, daha parlak hale getirebiliriz' konusunda kafa yormaya başlasak daha güzel bir şey yapmış olmaz mıyız?

'Erenlerin çoktur yolu / hepisine dedik beli' diyor ve ekliyorum: 'Metni değil yaşamı savunmalı insan.' Hepsi budur.

İki ayrı 'beş lira' hikâyesi

Tatilimizin bir akşamı Küçükkuyu'da balık yemeye karar verdik. Gittiğimiz restoranın usulü şöyleydi: Önce tezgâhtan kilo ile balık seçiyorsunuz. Balıkların kilo fiyatlarını da böylelikle öğreniyorsunuz. Ardından masaya geçip otuyorsunuz. Yarım kilo başına beş lira pişirme fiyatı ile balıklarınızı afiyetle mideye indiriyorsunuz.

Biz masaya oturduğumuzda, arkamızdaki masada bir dalgalanma oldu. 6-7 kişinin oturduğu masadan bizim masaya bakarak fısıldaşmalar başladı. Artık alıştığımız, kanıksadığımız bir manzara olduğu için üzerinde durmadık fazla. Böyle yapanların sayıları giderek azalsa da 'buralar bizim mekânlarımız, bu başörtülü insanların buralarda ne işi var' fısıldaşmaları idi onlar. Biz. Yani yaşamayı, gezmeyi, dolaşmayı, yemek yemeyi, balık restoranına gelmeyi bilmeyen insanlar… Ve onlar. Her şeyin en iyisine layık, her şeyi dibine kadar bilen, yüksek görgülü insanlar…


Üzerine basa basa söylemekte yarar var. Böylelerinin sayıları giderek azalıyor şükürler olsun.

Bizim balıklarımız geldiğinde arka masa da hesap istedi. Ardından bir dalgalanma daha oldu. Hışımla garson çocuğu çağırdı masadaki 70 yaşlarında adam. 'Bize Sardalya'nın kilosu 20 demiştiniz. Yarım kilo söyledik, 15 lira yazmışsınız. Dolandırıcı mısınız siz?' diye kükredi. Garson çocuk, 'beş lira pişirme parası alıyoruz beyefendi' dedi. Adam tekrar kükredi: 'Olur mu yahu öyle şey? Pişirme parası mı alınırmış?'

Demin bizim hakkımızda eşiyle fısır fısır konuşan, bize olmadık hakaretler ettiğini fısıldamasının şehvetinden ve bizim masaya bakışından şıp diye anladığımız amcaya baktım. 'Sonra yaşamayı bilmeyen biz oluyoruz. 70 yaşındasın amca. İlk defa mı geliyorsun tezgâhtan balık satan balık restoranına?' demeyi geçirdim aklımdan.

Demedim. Değmezdi.

Tatil dönüşü, evden ofise giderken ışıklarda durdum. Hemen yanıma da ultra lüks bir otomobil durdu. 50'li yaşlarda bir kadın ve yan koltukta küçümen, havlayıp duran bir köpek… Işıklarda her zaman gördüğüm ve sık sık mendil aldığım teyze yanıma geldi. Mendili uzattı. 5 lirasını verdim. 'Allah razı olsun' deyip uzaklaşırken yan arabadaki kadın 'yapmayın böyle. Kolaya alıştırıyorsunuz. Bir mendile 5 lira veriyorsunuz. Böyle böyle zengin oluyorlar' dedi. Kadına baktım, köpeğine baktım. 'Köpeğinizin maması kaç lira?' diye sordum. Anlamamış gözlerle baktı. 'Yapmayın böyle. Artık yemeklerle beslenebilecek köpeğinizi pahalı mamalara alıştırıyorsunuz. Bir mamaya 50 lira veriyorsunuz. Böyle böyle şımarık, hiçbir şeyi beğenmeyen evcil hayvanlarınız oluyor' demeyi geçirdim aklımdan.

Demedim. Değmezdi.

Tereddüt etme hakkı hikâyesi

Seneler önce bir Beşiktaş - Samsun- spor maçında Beşiktaş oyuncuları seri halde kırmızı kart görüp sahada 8 kişi kalmışlardı. Rakibinin eksik kalmasını fırsata çeviren Samsunspor, maçı 4-1'e getirmişti. O esnada Samsunspor'un başkanlığını yapan İsmail Uyanık, sahadaki futbolculara eliyle 'daha fazla gol atmayın' işareti yapmıştı.

Beşiktaş'ın Liverpool'la oynadığı bir başka maçta ise Liverpool Kartal'a 8 atmış, maçın son dakikalarında Crouch isimli Liverpool forveti, hocası Benitez'e '8 yeter mi' diye sorup sırıtmıştı.

Bu iki tavır arasındaki farkın aynı zamanda bir 'tereddüt etme' farkı olduğunu bir kitaptan, Yorgunluk Toplumu'ndan öğrendim.


Kitabın yazarı Byung-Chul Han, şöyle tarif ediyor meseleyi: 'Makine duraksayamaz. Bilgisayar, devasa hesaplama yeteneğine rağmen ahmaktır çünkü tereddüt etme noksanlığı vardır.'

Bugünün dopingli, hiperaktif, performans odaklı toplumunun o devasa eksikliği ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi doğrusu. Her şeyi 'yapabiliyorum, demek ki yapmalıyım' diyerek bir 'güç yetirebilme oyunu'na döndüren insanların hayatlarından çıkardıkları kavramlardan biri de 'tereddüt.'

Hiç tereddüt etmeden yükselmek, yenmek, geçmek, ezmek için kurgulanmış bir toplumsal düzenekte yaşıyoruz. Yani tereddütsüzlük, bir kabus gibi çöküyor üzerimize. Artık tuttuğumuz futbol kulüplerini, mensubu olduğumuz cemaatimizi, cemiyeti, mezhebi, partiyi, meşrebi de aynı tereddütsüzlükle savunuyoruz.

Bu durum karşısında yapabildiğimiz tek şeyse Sabahattin Ali'nin cümlesinde gizli belki de: 'Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür.'
#Byung-Chul Han
#Beşiktaş
#Modern hayat
9 yıl önce
Sezar salatası, Sumatra kahvesi, Kur’an İslam’ı…
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi