|
Susuyoruz sonra
Bahariye Caddesi'nin bir sokak paralelinde oturuyoruz dört arkadaş. Evimiz beşinci katta. Güzel güneş alıyor. Yağmur yağmadığı sürece sorun yok. Yağmur başlayınca her yer tabak çanak oluyor, zira çatı fena akıyor.

Güzel, güpgüzel bir mayıs gecesi… Bizim evin diğer sakinleri yaklaşan sınavlara hazırlanıyorlar. Okulla neredeyse hiç alakam olmadığından bir başıma televizyon izliyorum. Sıkılıp kitap okuyorum. Ondan da sıkılıyorum. 'En iyisi çıkmak' diye düşünüp atıyorum kendimi dışarı. Niyetim Kadıköy sahile yürüyüp bir banka çökmek. Hele çay ocakları kapanmadıysa değmeyin keyfime.

Çay ocakları kapanmış. Sahildeki emniyet merkezini geçip açılıveriyorum o muazzam Kadıköy sahiline. Bir banka çöküyorum. Bir Yeni Harman daha çekiyorum paketten. Bir polis memuru yanaşıyor. Her zamanki gibi 'ilahiyat fakültesi kimliği'mi gösteriyorum. Polis bir iki fıkıh sorusu soruyor, bir sigara istiyor. Memleketimi merak ediyor. Ankaralı olduğumu öğrenince 'ben de Niğdeliyim. Hemşehriyiz' diyor. 'Niçin bir Niğdeli ile hemşehri olayım be abi? Arada kaç kilometre mesafe var' deyip de tatsızlık çıkarmak niyetinde olmadığımdan 'eyvallah abi' diyorum.

Polis gider gitmez, Kadıköy'de sürekli gördüğüm bir kadın oturuyor banka. 'Mavi Melek' diyor millet ona. Yaşını tahmin etmek zor… 45 de olabilir 60 da. Saçı başı birbirine girmiş vaziyette. Kılık kıyafet desen dökülüyor. Elinde her zamanki gibi bir şarap şişesi... 'Şarap' demiyorum, zira o keskin kokunun ispirto olduğunu tahmin ediyorum.

Yüzündeki lekeler, artık keçeleşmiş saçı ve o ağır kokusu… Hayır. Rahatsız olmuyorum. O mayıs gecesi o kadar güzel ki. O mayıs gecesi o denli koynundaki herkese merhamet edebilme kabiliyeti olan bir anneye benziyor ki… Kalkıp gitmiyorum.

'Ne sordu?' diyor Mavi Melek. 'Polis mi? Kimlik?' diyorum. 'Sorar, sorar… Sonra da karakola götürüp bi güzel döver' oluyor cevabı. 'Çok dayak attılar mı sana?' diye soruyorum. 'Çok. Eskiden çok dövdüler. Ramazan komiser vardı, o bir gün dedi ki 'zaten Allah vurmuş garibana. Bir de siz vurmayın.' O gün bu gün dokunmuyorlar.'


Susuyoruz sonra. Ay çok güzel. Deniz fevkalade. Şişeden bir fırt çekiyor Mavi Melek.

'Niye içiyorsun şunu?' diyorum. Bir fırt daha çekiyor. 'İçmesen ne yapacam? Mecbur içecem. İçmesem nasıl geçecek gün?' diyor.

'Kimin kimsen yok mu?' diye soruyorum. 'Vardı. Vardı. Vardı' diyor üç kez.

Susuyoruz sonra. Birkaç ay önce Eminönü İskelesi'nde bir çocuğu sevmeye kalktığında annesinin çocuğu nasıl da koruduğu geliyor aklıma. Mavi Melek'in nasıl da ağlamaklı gözlerle çocuğa baktığı…

'Ne oldular?'

Soru biraz havada, boşlukta kaldı gibi oluyor sanki. Ayrıca sorar sormaz pişman oluyorum. Bir derdi, bir yarayı deşmeye çalışmış gibi hissediyorum kendimi.

Susuyoruz sonra. Yıldızlara bakıyorum. Mavi Melek'in sanki her an bitecekmiş ve çölde susuz kalacakmış gibi küçük yudumlarla ispirto içmesini seyrediyorum. Kendisini ağır ağır öldürmeye karar vermiş bir müntehir var yanı başımda.

'Şu aldı' diyor denizi işaret ederek… 'Dedim ben ona. Oğlanı alma gece gece, gecenin şerri gündüzün hayrı' dedim, 'oğlan evden çıkınca da nah şurama bıçak saplandı.'

Susuyoruz sonra. Daha fazla konuşmadan, cebimdeki üç beş kuruşu Mavi Melek'in avucuna bırakıp gitmem gerekiyor bu noktada. Gidemiyorum.

'Kaç yaşındaydı?'

'Sekize girdiydi' diyor. Sonra şişeyi kenara bırakıp yüzümü okşuyor. 'Yaşasaydı senin yaşında olacaktı' diyor, 'ikisi de dönmedi o gece…'

Susuyoruz sonra.

Mayısı, geceyi, denizi, ayı, yıldızları susuyoruz. Susmaktan başkaca bir çare yokmuşçasına susuyoruz. Ben bir Yeni Harman daha… O bir fırt daha… Denize bakıyoruz. Denizde, ta ilerde bir balıkçı teknesi var. Sanki oğlu Mavi Melek'e el sallayacakmış gibi bir an oluyor…

Susuyoruz sonra.

Bitpazarı

Üsküdar Sahaf Festivali'ni gezerken stantlardan birindeki bir hanımefendi 'o aldıklarınız baskı, burada orijinal parçalar var' dedi elimdeki kartpostalları göstererek. 'Sizinkilere de bakarız o halde' dedim. Genelde Osmanlı dönemi cami ve meydan fotoğrafları vardı. 'Ben insan seviyorum' dedim, 'eski fotoğraflarda insan olmalı mutlaka.' 'Ben camileri, Osmanlı yapılarını seviyorum daha çok' oldu cevabı. En büyük merakı Osmanlı dönemi Balkan şehirlerine ait fotoğrafları toplamakmış zaten.

Sonra mesele fotoğrafların nerelerden çıktığına kadar ilerledi. Tabii ki ortak kanaatimiz en çok bitpazarlarından çıktıkları yönünde oldu. 'Bitpazarı dedi mi duralım lütfen. Roma'nın Porta Portese pazarının üzerine tanımam' dedim, 'vaktiyle bizim Kurbağalıdere'de kurulan pazarın on katı falan. Hani insan bir sürü parası olsun ve akşama kadar bu pazardan alışveriş etsin istiyor.'

Berlin'de, Utrecht'te, Milano'da, Balkan şehirlerinde kurulan bitpazarlarından konuştuk sonra.

Porta Portese pazarında geçirdiğim o günü size nasıl anlatmalı bilmem? Cebimdeki her bir kuruşu baştan çıkaracak bir dünya ıvır zıvırın arasında 5-6 saat geçirmiştim. Gördüğüm her şey, büyülü bir geçmişin içinden fırlayıp çıkmış gibi duruyordu. Bir fincan takımının, eski bir saatin, bir resmin, bir şemsiyenin, bir çantanın peşinde oradan oraya sürüklendim. Pek çok şeye pazarlık edip pek azına sahip olabildim. Şimdi Roma'ya tekrar ve neredeyse sadece o pazarı dolaşmak için gitmek niyetindeyim. Belki bir kol düğmesi, belki bir toka, belki de bir kutu alıp dönerim.

'İyi ama insan bir bitpazarında ne bulur?' diye soranlarınız var mıdır acaba bu satırları okuyup? Söyleyeyim. İnsan bitpazarında eşyadan çok yaşanmışlık bulur, öykü bulur, güzellik bulur. Bir esnafın yüzü, bir alıcının tam da aradığı şeyi bulduğunda yaşadığı mutluluk ve ötesi…

Bugün Pazar. Dolapdere'deki bitpazarı ve Bomonti'deki antika pazarı sizi bekler. Tabii, Üsküdar'daki Sahaf Festivali'ni de unutmayın. 70 tezgâhlı bu festivali dolaşmak için bugün son gününüz üstelik.
#Susuyoruz sonra
#Mavi Melek
#üsküdar
9 yıl önce
Susuyoruz sonra
‘Globalist Cohn’ da Beyaz Saray’dan gidiyor!
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir