|
İki anayasa toplantısı ve "kötümserlik"

(Araya "Gezi Parkı" girmeseydi bu yazı geçen hafta yayımlanacaktı. Memleketimizin gündemi öyle büyük bir hızla değişiyor ki -nazar değmesin!- yazının ilk bölümünde bir toplantı dolayısıyla söz ettiğim "başkanlık sistemi" tartışmalarını bir "sıcak hafta" sonrasında, kullanma tarihi geçmiş bir proje olarak rafa kaldırabiliriz herhalde… Aylardır süren söz konusu tartışmaların -bir proje olarak rafa kalkmış olsa da- yararı tabii ki olmuştur. Kamuoyu bu vesileyle bir kez daha "anayasa hukuku" çerçevesinde yer alan bu konuyu da daha etraflıca gözden geçirme fırsatı bulmuştur… Yazının ikinci bölümünde yer alan konu/gelişme ise tam tersine her zamankinden daha güçlü biçimde gündemdedir.)

Geçen hafta anayasa çalışmalarının konuşulduğu iki toplantıya katıldım. Toplantılardan ilki "başkanlık sistemi"nin tartışılması için Ak Parti tarafından düzenlenmişti. İkincisi ise BDP"nin yeni anayasa çalışmalarına ilişkin önerilerinin değerlendirildiği yine sınırlı sayıda katılımcının yer aldığı bir toplantıydı. Toplantılarda söz konusu partilerin TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu"na verdikleri üyelerden bazı isimler de yer alıyordu.

Çok kısaca söyleyecek olursam bu toplantıların ikisinden de ülkenin politik/hukuksal yapısının geleceğine ilişkin olarak "kötümser" bir ruh hali içinde ayrıldım. İlk toplantının beni kötümser kılan yönü asıl olarak Ak Parti"nin savunduğu tezin - "başkanlık sisteminin faziletleri" diyelim- konunun hak ettiği şekilde bir temellendirme-gerekçelendirme ameliyesinden geçmemiş olmasıydı. Bu tezi savunanların (aralarında eskiden beri değer verdiğim isimler de var) "başkanlık sistemi"nin gerekliliğine ilişkin geliştirdikleri düşünce anlamsız bir "parlamentarizm eleştirisi" etrafında dönüp dolaşmakla sınırlıydı. Oysa toplantıda bu teze katılmayanların haklı olarak belirttikleri gibi Türkiye"nin sıkıntısı parlamenter sistemden değil, tam tersine bu sistemden uzak olmasından kaynaklanıyordu. Parlamenter sistemin bu işte bir günahı yoktu…

BDP"nin düzenlediği toplantıdan yine "kötümser" bir ruhu hali ile ayrılmamın nedenine gelince:

Bu "kötümserlik" ilkinden farkı nitelikteydi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu"nda maddeler üzerinde süren toplantı tutanaklarında görüldüğü gibi (150 maddeye ilişkin bir not bu) BDP"nin görüşmeler sırasında getirdiği önerilerin büyük kısmı –doğrusu- bana tam tersine "iyimserlik" aşılayan türdendi. Bu toplantıdaki beni "kötümser" kılan husus, söz konusu komisyonda yer alan bazı üyelerin "sürecin" akıbetine ilişkin şikayetçi oldukları "büyük belirsizlik" ve bunun tabii bir sonucu olan hayal kırıklığıydı. Açık söylemek gerekirse, "sürecin" ("barış süreci"nden söz ettiğim anlaşılmıştır muhakkak) bu derece bir belirsizlik ve hatta umutsuzlukla algılandığını tahmin etmiyordum. Tam tersine, malum "âkiller"den birisi olarak iki ay boyunca ne zaman "Söyleyin bu işin ikinci aşaması olmayacak mı?" sorusu yöneltilse açıkça "Olmaz olur mu, ikinci aşamasız olur mu hiç?" cevabını yetiştiriyordum. Madem ki taraflar –nihayet- "siyaset" zemininde yarışmaya, mücadele etmeye karar vermişlerdi, bu zemin de tabii olarak "yepyeni" olmasa da hiç değilse sahicisinden yeni bir mevzuatla (anayasal-yasal) siyaset yapmaya elverişli bir niteliğe kavuşturulacaktı. BDP"nin düzenlediği toplantıdan "kötümser" ayrılmamın nedeni sadece buydu. Hükümetin arkada bıraktığım iki ay içinde yeni mevzuata ilişkin tek laf etmemesini bile "sonu iyi olacak" diyerek anlamaya çabalarken, yaz sonunda bir kere daha "eski tas eski hamam"la baş başa kalabileceğimiz yolunda dile getirilen bu kuvvetli endişe ile "iyimser" olmak mümkün müydü?

Bir "âkil" olarak bu yönde bana soru yöneltenlere "Siz bakmayın hükümetin yakın gelecekteki düzenlemelerden söz etmemesine, ben bu düzenlemelerin hiç değilse çerçevesinin taraflar arasında sürecin başından itibaren çizildiğini sanıyorum" açıklamasını yaparken, bir de öğrendim ki bunun da aslı yokmuş; fikrimi soranları basbayağı yanıltmışım meğerse…

BDP"nin düzenlediği toplantıda yüreğime su serpen cinsten öğrendiğim –ve tabii beni son derece "iyimser" kılan- tek bir tespit oldu diyebilirim. Şu tespit yani: PKK"nin (Öcalan başta olmak üzere Kandil, Avrupa, Türkiye her tarafta) "siyaset" sahnesini seçerek "silahlı mücadele"den vazgeçmesi tartışılmaz bir karardır. Üstelik bu karar işin mevzuatın yenilenmesi cephesinde işler ağırdan alınsa da değişmeyecektir.

Bu bilgi benim izlenimimden/yorumumdan filan kaynaklanmıyor. Sözüne güvenilir ve tabii ki konuya hakim BDP cephesinin konuşmacıları tarafından açıkça ifade edildi bu hakikat.

Madem durum böyle, o zaman bir adım daha ileri giderek bu "hakikat"in mutlaka –ama mutlaka- başta iktidar partisi olmak üzere özellikle Meclis"te grubu olan –komisyona üye veren- diğer siyasi partiler tarafından bir "mucize" olarak algılanması/anlaşılması ve bu hakikatin karşısında hiç değilse "sağduyu"nun (bu kadarı bile kafidir) elden bırakılmaması gerektiğini söylememiz gerekiyor.

Bildiğiniz gibi anayasa metinleri hukuki olduğu kadar birer politik metinlerdir. Günümüze yakışan anayasaların "politik" seçimi tabii ki -Amerikan Devrimi"nin "Babalar"ından miras- halkın egemenliğini yöneticilere karşı korumaktan yanadır. Açıkçası, "Anayasa Uzlaşma Komisyonu"nda sürdürülen yeni anayasa görüşmelerinde anayasaların halkı yöneticilere karşı koruyan bir hukuksal araç olduğu yolundaki bu seçimi en fazla gözetmiş olan öneriler BDP"den gelmiştir. (Bu partinin ve PKK"nın genel politik retoriği içinde "sınıf savaşı"nın hâlâ önemli bir yer işgal ediyor olmasına rağmen!) Bu konuda aldığım birkaç notu da yarınki yazıda gözden geçirelim.

11 yıl önce
İki anayasa toplantısı ve "kötümserlik"
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?