|
‘Sen sana yâr olmaya bak!’

Bazı dini cemaatlerin insanlığa ve kainata değil de salt kendi menfaatlerine uygun hizmetkar yetiştirmeye dönüşmesinin altında yatan en büyük zaaflardan biri, ferdiyyet sırrına vakıf olmamaları.



İbn Arabi, Füsus'unda Muhammed kelimesini ferdiyyet bağlamında açarsa da elbet her birimiz kabımız ölçüsünde paylaşıyoruz bu sırrı. Cemaatlere gelen ortak bir rahmet olduğundan hareketle, gönüllerin topluca irşad olabileceği yanılgısı aslında mürşid-i hakiki'nin olmamasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum.



Hızır ile hınzır arasında yazılışta bir harf farkı var ama bu aslında sonsuz harfli bir leddüni dil farkı olmalı.


***


Kayyum olan, kendi kendine yeten, gerçek anlamda hür olan, sırtını cemaatlere dayama ihtiyacı duymaz. Arkamda kim var diye sormaz. Çünkü önünde, arkasında, her yanında olan kendi'dir. O! Salik de benliğini aradan çıkarabildiği ölçüde, bütün aleme yansıyan ol Adem'in mânâsını kuşanmış hale gelir.



İşte ferdin; varlığı kendinde buluşturma / cem etme marifeti, varlığın Hakla kaim olduğunu nefsinde ve eşyada (enfüste afakta) ispat etme kabiliyeti tevhide yaklaştırıyor bizi.



“Bende benden başkası yok” düşüncesi yeşerdikçe kainat tek gönül oluyor. Evden çıkan yine eve çıkıyor. Bu yolculuğun neresinde olduğumuz da ferdi bir sır. Çünkü cemaat bahçesinde birörnek güller yok, her gül başka kokar.



Batı'dan öğrendiğimiz ve eşyayı tasnif ederek algılama konusunda zihnimizi bölen ilk sözcüklerden biri olan 'öteki' kavramı anlamsızlığını sergilemeye bu raddede başlıyor bana kalırsa. Öteki, başkası, yabancı, ağyar...



Bu algı ortadan kalktıkça, her baktığın yâr oluyor. Bizim kültürümüzdeki irfan sofrası bu. Dost yüzü. Gayrı yok. Başkası yok. Hepsi sen. Kainat koca bir gönül. Sevdikçe genişliyor, genişliyor.



***



“Her şeyi içinde toplayan için kendinden başka bir şey kalır mı ki onunla harp etsin?” diyen Lütfi Filiz'i sık sık anıyorum. Aslımıza gittikçe özde bir olduğumuz bilgisi tavra, vücuda, yaşayışa yansıyor.



İçimizde saklı benlerden / egodan varlığın gerçeğine miraç ettikçe benlik duvarı yıkılmaya başlıyor derler, ilahi ben mertebesi yerleşmeye başlıyor. Benliksiz makam. Yunus'un “bir ben vardır bende benden içeri” dediği...



Kendine yeterli ve hür olan fert, artık bilgiyi de kendi üretmeye başlıyor. Gönle doğuşlar bizde sezgi kıvamında iken, nefis mertebesinde saflaşmaya doğru yol aldıkça, yakîn kespediyor her şey.



İçindeki ben'ler onu orijinine dek götürüyor, kendi nur-ı Muhammedi'siyle buluşturduğunda, İbn Arabi'nin dediği “alemin her cüz'ü aslı olan Rabbine delildir” mevzuunda derinleşme gerçekleşiyor. Denildiği gibi küll'ün cüz'üne iştiyakı bu zaten. Aşk. Muhabbet.



***



Derinleşme, yaklaşma nasip olsun hepimize. İmdi, kainata sığmayan kamilin gönlüne nasıl sığıyormuş diye düşünmeden ve kemalât mertebesinde bir şahsiyetten değil bir külli mânâdan bahsedildiğini tefekkür etmeden mensuplar cemaat lideri diye bir kişinin şahsına uluhiyet atfedebiliyor.



Böylesi bir atıf ile gönlü boşa çıkararak gönülde tecelli etmesi gereken Zat sırrını yok saymakla hiç yol alınamadığını gördük. Tevhid hakikatini yaşıyormuş gibi dayanışma usulüyle mensuplarını sağa sola devletin kurumlarına yerleştirmekle topluca irşad olunamayacağını çok acı tecrübelerle anladık.



Kendi suretsiz olduğu için her surete giren hazrete insan dendiğini elbette ki Resulullah makamında yaşamadan irşad olduğunu iddia edenler yüzünden öğrenmemiz imkansız. Ama yine elbette ki alemdeki mürşid-i hakikiler bundan zarar görmez.



Çeldiricilerin artması da bir ilahi cümbüş. Fakat şurası net. Eğer mürşidde Hakkı müşahade edemezsek, mânâda da bunu tasdik edemezsek: Bağlandığımız / gördüğümüz onun mecazı oluyor. Mânâsı değil, sureti. Makamı değil, şahsı. İlahi kimliği değil, benliği oluyor. Şahsına secde etmek bu. Şirk.



İrşad olanın, belli bir zümreye değil kainatın tekâmülüne hizmet vermeye hazır olmasıdır halbuki silsilenin devamlılığından maksat. İnsan-ı kamil yetiştirmektir. Devlete / küresel şebekelere kadro açmak değil.



***



Öte yandan her ferdin irşad olmasına da bağlı değil toplumların kemâli. Bir Adem-i mânâ -ki Muhammed'dir müsemması- ile toplum diriliyor, ayağa kalkıyor. Çünkü o tek başına bir birey değil, külli mânâdır artık.



Niyazi Mısri'nin dediği gibi, “her ne yana kim eğilem, ol yana her şey eğilir” mertebesinde; “Beni gören O'nu gördü” hadisinin sırlı alanına girmiş oluyoruz. Adem'in en güzel surette yaratılmış olmasının iç yüzüne yaklaşıyoruz. Anlıyoruz ki her insan potansiyel bir tevhid medeniyeti. Tohumu içinde.



Bütün bunları yeniden hatırlatma ihtiyacı duymama vesile Emir Buhari'nin bir dizesi.



“Sen sana yâr olıgör kimse sana yâr olmaz



Senden ayrugı sana yâr-ı vefâdâr olmaz...”



Sen sana yâr olmaya bak, kimse sana yâr olmaz. Senden başkası sana vefalı dost olmaz. Etrafındakilere güvenme, kimseyle geçinme anlamında değildir bu sözler. Bilene sorunca: Cânânı canında buluyor aşk ile arayan. Vuslat, Resulullah sırrının ispatı mürşid-i hakiki yüzünden kendi hakikatiyle oluyor.



Hz. Ali'nin “ben güzel yüzlerde gözlerimi yıkarım” dediği gibi, seven güzeldir. Ve güzel olan sevilir. Cemaatlerin dini kendi tekelinde görerek, Hazreti İnsan sırrını / dolayısıyla aşkı ve rabıtayı yok saymaya, Resulullah hakikatini perdelemeye çalışmalarıyla öylesine oyalanıyoruz ki... O nurla onurlanma vakti geldi, geçiyor.


#Derinleşme
#Hz. Ali
#Kayyum
7 yıl önce
‘Sen sana yâr olmaya bak!’
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’