|
Sıradan hayatların ‘sevgi üstatları’ ne yanımıza düşer?
Ne çok saldırı, katliam, ne çok cinayet gördük bu memlekette. Bizden öncekiler de benzer şeyleri söylediler, gittiler. Darbeler, işkenceler, sürgünler, zorunlu göçler, faili meçhul cinayetler diye diye...

İki ateş arasında kalan, suikast mi kaza mı olduğu henüz tam belirlenemeyen Tahir Elçi'nin öldürülüşü de böyle oldu, ona da veda ettik. Diyarbakır'da binlerce kişinin uğurladığı bir cenaze ile... Ve bir kez daha bitip tükenmek bilmez çatışmalar eşliğinde...

İçimizde yorulmuş, usanmış olanlar var. Birbirimizle kavga etmeyi cenazede bile bırakamadığımızdan dem vuranlar bıkkın. Lakin bir yandan da bitmeyen bir hareketlilik içindeyiz bu topraklarda her daim. Hangi arada AB'ye uyum çalışmalarını yeniden isteyecek hale geldik? Ne işimiz var, ekonomisi, iş gücü, kültürü giderek durağanlaşan böyle bir toplulukta derken bir baktık Başbakanımız Belçika'da ve vaat edilen üyeliğin dirilişi aniden gündemde!

Bu haftaya sadece kaba bir bakışla; bir yanda tutuklu yargılanan gazeteciler, bir yanda terör örgütünün hız kesmeyen icraatları, bir yanda Rusya ile gelinen kritik aşama, bir yanda mülteci krizinin yansımaları, bir yanda AB için müzakerelerin başlama kararı, bir yanda şehitlerine rağmen ülkesini sevenlerin duaları, bir yanda memnuniyetsiz müzmin muhaliflerin yakıcı ateşi...

Yarın ne olacağını bilmeden, zamana yenik düşmektense zamana hükmedecek bir diriliş arzusuyla, içeride ve dışarıda biriken nifak tohumlarını sulamamak adına kendi pencere önü saksılarını da kurutmayı göze alan nice sıradan insan, vatandaş... Kendisi için barışı, huzuru, refahı istediği kadar komşusu için de isteyen... Zulümden, çürümeden, tamahtan ikrah etmiş, güzel olmak isteyen, hep birlikte güzelleşmeyi isteyen, sevmeye hasret, hakikate talip... kalabalıkta veya tenhada sayısız insan!

Ne yapıyor onlar şimdi, bunca hareketin ortasında, neyi bekliyorlar? Savaşların, sürgünlerin, oluk oluk dökülen kanların dilinde kendi varoluşlarının dikeninden nasıl korunuyorlar? Sessiz, derinden, usul usul bir iç yaşantıyı nasıl muhafaza edebiliyorlar?

Dönüp dolaşıyoruz, yine geldiğimiz yer başladığımız yer oluyor: Sevememek! Bunca yıkımın, hasedin, çatışmanın, kara dumanın içinde sevebilmenin neresindeyiz? Sıradan hayatların sevgi üstatları ne yanımıza düşüyor?

Her saat başı içini boşalttığımız bir eylem sevmek. En zirvesi çiçeği böceği sevmek, cemalini görmek olan, gündelik hayatta ise kenar süsü mutluluğu addedilen bir sevmek. Elbette bu boş geliyor bize. Kesmiyor!

Maneviyatın içinde farkında olmandan celali de istiyoruz çünkü. Fıtratımızda tüm esma'nın tezahür imkanı mevcut. Cemali olduğu kadar celali de birleyen bir hakikat şuuru için, yani tamamlanmaya aday bir maneviyat için... Çatışmanın dilini konuşmak, gerekirse yeni sözlükler yazmak da gerekiyor.

Sevmenin yetkinleşmesinde evet, illa sevememek de var. Yonta yonta bütün dikenlerimizi, sile sile lekelerimizi, süpüre süpüre tortularımızı varabiliyoruz o yetkinliğe. Sevmekten gelip, sevememeye gidiyor, sonra yeniden sevebilmek istiyoruz. Sevmek hem kökümüz, hem meyvemiz. Nasıl bir ihtiyaçsa; maneviyat yolcusuyuz bu fiilin içinde hepimiz.

Geçen gün bir sohbet sonrası benim kuşağımdan iki hanımla konuşuyorduk. Bir türlü yapamıyoruz dedi. Neyi diye sormadım. Zira bu mevzuyu dile getirmiştim konuşmamda az evvel. Kendi başımıza yapamıyoruz dedi. Mutlaka sevemeyecek bir şey kalıyor. Bir davranışta, bir kişinin sözünde, bir olayda, bir fikirde, bir tarzda...

Hepimiz böyleyiz dedim. Tek başına olmuyor. Sevmeyi öğretecek bir Hızır gerekiyor talip olanlara. Çünkü benliğini teslim etmeden, sevmeyi öğrenemiyor insan. Nefsinin rızasını doyurmak da bir tür sevmek elbette. Ama ilahi sevgiye dönüşecekse, sevdiğini memnun etme gayretiyle, onun istediğini yapma şevkiyle, hürmetle, sorgusuzca güvenmekle, teslimiyetle ilgili bir mana açılışı olmalı gönülde.

Peki mana açılmıyorsa ne oluyor? Güvenin bittiği yerde çatıştıran odaklar daima galip geliyor. Nefsini terbiye edemeyenin karşısındakine vereceği eninde sonunda şişmiş bir ego, kibir, kin, hased vesaire... Bize lazım olan ise kendimize ait sandığımız en olumlu nitelikleri bile sevme uğruna verebilmek. Sevme vergisini kendi başımıza kesmekte zorlanıyoruz oysa.

Güvenmeye giden yolda, feda edebilmek için kendine mal ettiğin her şeyi... Hızır Musa misali, iki kişi olmak gerekiyor. Bir'lemeye giden yolda önce iki! Sadece itibarını, malını mülkünü değil. Dürüstlüğünü, güzelliğini, tenini, kelleni, nefesini, kanını vermeyi öğrenmek gerekiyor.

Benliğinden vazgeçmeden, nefsini aradan çıkarmadan her sevmek, eninde sonunda sevmemeye de hizmet ediyor... Keşke dedim içimden, sevmeyi bir bireyci, egocu faaliyet olarak kutsayan ve bunu hürriyet zanneden küresel haz moderatörlerine evrensel / ilahi bir çomak soksak yeniden!

Bugünün profesörleri sevgi çırağı olmaktan gocunmasa, ordinaryus aşk kalfaları, daire başkanı veya müsteşar müritler, işveren dervişler dolaşıma girse. Gündelik hayatın dip akıntılarında, aşk ve irfan eğitiminden geçmiş nice Yunus'lar, Itri'ler, Sinan'lar çağıldasa!
#sevgi üstatları
#avrupa birliği
#Hızır Musa
8 yıl önce
Sıradan hayatların ‘sevgi üstatları’ ne yanımıza düşer?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi