|
Nöbetçi

Gazeteci İlhan Bardakçı, ecdada olan derin bağlılığından dolayı eski topraklarımızı dolaşırken gözleri nemlenir. Gezdiği her yerde ceddimizin kılıç kalkan şakırtılarını duyar. Günün birinde yolu Kudüs’e düşer. Rehberi, onu Mescid-i Aksa’ya götürür. Kur-an’ı Kerim’de ‘El-Mescidü’l-Aksâ’ adı ile anılan bu mabet yüreğini derinden sarsar. Mekkeli ilk Müslümanlar, bu mescidi kendilerinin saymışlar, yalnız uzaklığını ifade etmek için ona Aksa’yı ilave etmişler. Diğer ümmetlerin gönüllerinde de bu mekânın farklı bir yeri bulunmaktadır. Musevilere göre dünya yaratılmadan önce bu mabet vardı; ama gökte idi. İsa peygamber Kudüs’e gelince mabedin Yahudiler tarafından Pazar yerine çevrildiğini görüp çok üzülmüş, Markos’un belirttiğine göre ‘haydut inine’ dönüştürüldüğünü söylemiş. Gül yüzlü peygamberimizin hadisinde işaret edildiği üzere burası Mescid-i Haram’dan sonra insanların ibadet etmeleri için yaptıkları ikinci mescittir. Allah, Hz Davut’a yerini tespit ettirir, planlarını yaptırır. Ancak Hz. Süleyman’ın mescidi inşa ettireceğini bildirir; onun emrinde cinlerin çalıştığını, Kur-an bize haber vermektedir. İlk Müslümanların kıblesi Mescid-i Aksa idi ve on yedi ay ona yönelerek huşu ile secdeye vardılar. Ardından ilahi emirle Mekke’ye yöneldiler. Bu ulu mabet tekrar kıymet bilmezlerin eline düştü. Moloz yığınların altında kaldı. Halife Hz Ömer, Kudüs’ün anahtarlarını temsil aldıktan sonra buranın temizlenmesi için mübarek terlerini dökmüştür.

Rehberin avluyu gösterip, ‘burası 12 bin şamdanlı avlu’ deyince İlhan Bey, Yavuz’un burada ordusu ile beraber yatsı namazını kıldığını hatırlar; o anda 12 bin şamdanın yakıldığı rivayet edilir. Sekiz-on basamaklı merdivenden çıkınca, mescidin avlusuna geldiler. Ortadoğu’nun güneşi sanki kayaları çatlatıyordu, dikkatli bakınca kerpiç haline gelmiş topraktan buharın çıktığını görür gibiydiler.

Merdivenin başında boyu yaklaşık iki metreye yakın bir askerle karşılaştılar. Onun yaşında asker olamazdı; üstündeki giysiler sivili de andırmıyordu. Kaput mu, palto mu, pardüse mi? Ne giydiği belli değildi; başındaki de kalpak mı, takke mi, fes miydi? Kıraç toprağı andıran, jilet görmemiş bir yüz, binlerce çizgi birbirine karışmış; gözleri kırışıklıkların arasında kaybolmuş… Zayıf, kemikleri fırlamış; hafifçe kamburu çıkmıştı. Gençlik anılarının özlemiyle gidip geldiği belliydi; ayakları yalın olduğu için adımları ses çıkarmıyordu. Yalnız elindeki sopanın ucu belli aralıklarla tınlıyordu. İlhan Bey merakını gidermek için rehbere sordu:

- Bu kim, niçin merdivenin önünde gidip geliyor?

Rehber gülümsedi:

- Peygamberler diyarında bulunuyoruz. Burada akıllı da çok meczup da çok. Belki de bu meczuplar akıllılardan daha akıllıdır; bunu bilmiyoruz. Yıllardan beri onu burada görürüm. Sert adımlarla gidip gelir; omzundaki sopayı tüfek gibi indirir; hazır ola geçer; bazen omzuna koyar, sert adımlarla dolaşmaya başlar. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nın sonlarında 401 yıl üç ay altı gün elinde tuttuğu Kudüs’ü bırakmak zorunda kalır. Bilindiği üzere ordular çekilirken yağlamalamanın önüne geçmek için geride artçı bir bölük bırakırlar. Galipler asayiş görevini üstlenen yenik ordu askerine esir muamelesi yapmaz. Rivayet edilir ki bu meczup da artçı bölüğünden kalan bir asker.

İlhan Bey:

-Ne yer, ne içer?

Rehber:

-Dilendiğini, kimseden bir şey aldığını görmedim. Bu gibi insanlara metafizik vehimlerle yaklaşanlar eksik olmaz. Belki onlardan birinin yardımı ile hayatını sürdürüyordur.

İlhan Bey’in merakı gittikçe artıyordu. Onunla konuşmak için sabırsızlanıyordu. Nasıl bir tavırla karşılaşırdı. Yakışık alır mıydı? Ama ihtirasının önüne geçmesi mümkün değildi. Ona doğru yürüdü. Üç adım kala saygılı bir tavır aldı.

- Selâmün aleyküm yiğit asker!

Adam sanki dururken sendeledi. Kırışıklıklar arasında sıyrılan donuk gözlerini ona dikti:

- Aleyküm selâm evlat!

- Mayan bizim topraktan belli; kimsin, nerelisin? Burada ne yapıyorsun?

Hazır ol vaziyetine geçip, sert bir şekilde tekmil verir gibi konuşmaya başladı:

- 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölüm, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım!

- Ne zamandan beri nöbettesin?

- 9 Aralık 1917 ‘de İngilizler, Kudüs’ü işgal ettiğinde biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık. O günden beri nöbetteyim.

- 21 Mayıs 1972 Cuma günündeyiz. Daha bekleyecek misin?

- Taze kuvvetler gelip burayı teslim alıncaya kadar bekleyeceğim.

İlhan Bey’in gözleri dolar; sesi farklılaşır:

- Yurdunu özlemedin mi?

- Burası da benim yurdum

Gözyaşı dökmeden oradan uzaklaşmak isteyen İlhan Bey sordu:

- Memlekete bir diyeceğin var mıydı?

- Memlekete vardığında yolun Tokat sancağına düşerse, Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakan kolağam (yüzbaşım) Mustafa kumandanımı bulabilirsen ona selam ve hürmetlerimi bildir. Ona de ki, 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana bıraktığın yerde nöbette, taze kuvvetler gelinceye kadar nöbetinin başında bulunacak.

- Söylerim.

Sukut kesildi. Iğdırlı Onbaşı Hasan, beş bin yıllık tarihine sahip peygamber ocağına dönüşen ordumuzun serhat nöbetçisi olarak görevinin başında ufukları gözetmeye koyuldu…

#İlhan Bardakçı
#Mescid-i Aksa
#Kudüs
6 yıl önce
Nöbetçi
Dengeli tüketime dayalı yeni ekonomi modeli
Büyük imkânlar ve zihin karıştıran sorular
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’