|
Bir deste yeşil dolar

Gelen misafirler, akrabalar arasından bir kısmı orada geçirdikleri günlerin tadı damakta kaldığından “Yahu şuradan biz de bir yer alsak” diyerek piyasayı oluşturmaya başladı.

Kasabalı baktı ki harap evler, boza yatmış değersiz tarlalar, bakımsız bağlar para ediyor, gözünü dört yerine on dört açtı.

Ne demek bu?

Şu demek:

Bu yıl beşe sattığı arsaya, eve; gelen yıl onbeş, olmadı yirmi beş istemeye durdu.

Yahu akıl alacak gibi değil. Bu şehirden gelen adamların ne çok parası var. Bu parayı nasıl kazanmışlar? Nasıl kolay harcıyorlar?

Kasabanın bilhassa yaşlıları bu işe hiçbir vakit akıl erdiremedi. Her alış-verişin bir mantığı bir ölçüsü olmak lazım gelmez mi? Gelir. Ama bu alış-verişlerde böyle bir kanun işlemiyordu.

Mal sahibi müşteriden on isteyeceği yerde şaşırıp yirmi istiyor; müşteri iki-bir etmeden çıkarıp veriyor, bu defa mal sahibi aklını tamamen sıçratmış olarak hayıflanıyordu: “Ulan kafama tüküreyim, yirmi diyeceğine kırk desene.”

Kuruluşundan bu yana bu kasabaya bu kadar para girmemişti. Hem de elini sıcak sudan soğuk suya vurmadan.

Gökten para yağıyordu yahu.

Dayanılır bir şey mi bu?

Dayanılmaz.

Eskiler ömürlerinin son deminde olup-bitenleri, şaşkınlıkla izlerken; yeni yetişen nesiller “toprak satıp para yemek” gibi yeni bir meslek edindiler.

El işlemiyor, alın terlemiyor, nasıl bir paradır bu? Hayırsız bir paradır.

Eskiler için “el kiri” olan para, yeniler için “baş tacı” oldu.

Bir yere durup dururken bunca para akarsa, bunun neticesi önüne geleni yıkıp geçen bir sel felaketi yaşanacak demektir. Ve yaşandı da.

Nasıl?

Artık ne büyük ne küçük, ne akraba ne hısım ne komşu, ne hürmet ne hizmet, ne merhamet ne şefkat, ne haysiyet ne mürüvvet, ne feragat ne sevgi ne de saygı kaldı.

Para hepsinin yerini aldı.

Daha açıkçası kasabayı teslim aldı.

* * *

Mustafa Kutlu''nun bu seneki kitabı Kapıları Açmak''tan bir sayfa okuduk. Bir sayfa daha okuyacaksınız ve yine tadı damağınızda kalacak. Ne yaparsınız, bütün kitabı burada verme imkânı yok ki.

* * *

Hadi verimsiz bağlar, eskimeyen tarlalar neyse ne de, asırlardır kasabayı besleyen o ata yadigârı zeytinliklerin elden çıkması, koca koca ağaçların beton yazlıklar uğruna bir baştan bir başa tıraş edilmesi dayanılır gibi değildi. Ama dedik ya kasabanın aklı uçuvermişti bir kere, zeytini falan kimsenin gözü görmüyordu. “İşte para, kibriti çak yak” deseniz hemen yakacaklardı.

Çok kısa bir zaman dilimi içinde, bu küçük ve unutulmuş sahil beldesinde sanki “altına hücum” gibi arsa savaşları yaşandı. Savaşlara dışarıdan gelen müteahhitler, emlakçılar da katıldı. At izi it izine karıştı. Bir zaman tozdan dumandan ne olduğu dahi anlaşılamadı. Sonra sular duruldu, duman dağıldı. Aslan payını alanlar almıştı. Geride artıklar kaldı.

Kılıç artıkları. Bunlar hâlâ direniyordu. Ee, ne denilmiş “çıkmayan canda umut vardır.”

Bu arsa ve yazlık harplerine kadar kasabalıdan, hatta sahildeki muhacir balıkçılardan hiç kimse keyif için denize girmez, kumda yatmaz idi. Böyle bir âdet yoktu. Ne zaman ki yabancılar sahili ve kasabayı istila etti, yolda izde don-gömlek dolaşanların sayısı arttı. Genç kızlar şortla bisiklete biniyor, bağ yollarında dolaşıyordu. Yerli ve yabancı turistler, aşağıda, plajda anadan üryan denize girmeye, kumda güneşlenmeye başladılar.

Kasabanın eski âdap ve ahlâkını sahiplenen, bu duruma öfkelenen, “yahu ne oluyor buralarda” diyecek olanlar oldu. Bunların burnuna derhal yeşil dolarlardan bir deste dayadılar. Cevap şu: “Mal benim değil mi ulan, istersem dinamit koyup patlatırım.”

17 yıl önce
Bir deste yeşil dolar
Kara dinlilerle milletin savaşı
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak