|
Avrupanın gelecek korkusu

Avrupa ülkelerinde nüfus artış oranındaki azalma ve buna bağlı olarak da yaşlı nüfusun artışı, yakın gelecekte önemli bir sosyal sorun olacak gibi görünüyor. Nüfus planlamasının temel mantığı hep “daha rahat ve daha refah içinde bir hayat” için dünya nimetlerinden faydalanma şansını artırmak olarak ifade edilse de, gerçekte durumun daha başka boyutta seyrettiği aşikâr. Batı toplumu modernleşme sonrasında geçirdiği sosyal değişimle, aile ve çocuk kavramlarını adeta yeniden tanımladı. Bireysel yaşama öykünmeyle başlayan bu süreçte, kadın özgürlüğü adına atılan her adım bilerek ya da bilmeyerek toplumda aile ve çocuk düşmanlığına dönüşen bir hal aldı. Çocuk büyütmek bir külfet haline gelince çocuk sayısı azaldı. 18 yaşına kadar ancak tahammül edilen ve bu yaşı doldurduğunda da üzerinden atmak ve biran önce kurtulmak gereken bir yük haline geldi çocuk.



Avrupa'nın aile kavramındaki yaşadığı süreci kısaca özetleyen bir Alman papazın şu ifadesi var olan durumu çok net özetliyor. “Ne tanrının ne de kilisenin kuralları ve uyarıları, ne de insanlık tarihinin kazanım ve tecrübeleri, ne de saf mantık, biz Avrupalıların aile ve evlilik kurumlarını yıkmamızı engelleyebildi.” Her yapılan evliliğin % 50'sinin boşanmayla sonuçlandığı, her dört aileden 1' inin tek ebeveynli olduğu, babasıyla irtibatı olmayan çocuk sayısının 2,5 milyon yaklaştığı, her doğan çocuğun %33'ünün evlilik dışı doğduğu bir toplumda sağlıklı aile yapısından söz etmek mümkün değil. Ailenin olmadığı bir toplumda da gelecekten söz etmekte anlamsız olur elbette. Bu açıdan başta mülteci korkusu olmak üzere birçok kaygının temelinde, salt bir ekonomik paylaşım sorunundan daha öte nesil ve nüfus kaygısı yatmakta.



Diğer taraftan hızlı gelişen teknolojinin insana olan ihtiyacı azaltması, konformist yaklaşımın daha da hâkim olmasını sağladı. Teknoloji her alanda bireysel başarıların önüne geçti. Tarımdan, üretime, savunmadan, sağlığa kadar her alanda birey yerine teknoloji kullanılmaya başlandı. Bu süreç birlikte yaşama ve çocuk sahibi olma arzusunu da köreltti. Böylece toplumu sıkı tutan, gevşemesini engelleyen dinamikler giderek yok oldu. Buna eklenen manevi tahribatlar, ülkülerin ortadan kalkması ve din olgusunun canlı bir şekilde hayatın içinde yer almaması gibi faktörler, batı dünyasının kendine özgü saydığı ve sahip olmakla övündüğü toplumsal ve kültürel ögeleri giderek yok edip, amaç birliği olmayan bir toplum oluşmasına neden olacak gibi görünüyor.



Avrupa sosyal heyecan kaybını ya dindarlaşarak ya da aşırı milliyetçi söylemlerle önleyebileceği düşüncesinde artık. Dindarlaşmak, çok uygulanabilecek ve toplumda karşılığı olabilecek bir proje gibi durmuyor. O nedenle özellikle genç nüfusa görece kolay işlenebilecek aşırı milliyetçi söylemlerle dinamizm getirilmeye çalışılıyor. Diğer bir proje de yeni tehditler oluşturarak toplumu dik ve diri tutmaya çalışmak. Gelecek kaygısı toplumu dinç tutma adına yöneticileri ırkçı ve İslam karşıtı eylemleri gizli ve aşikâr destekleme noktasına getirmeye başladı. Adeta refleks bir savunma gibi. Aslında toplumlar, kendilerini yıkılışa götüren kaygılara mutlaka refleks olarak cevap verirler. Bu cevaplar her zaman akılcı olmuyor ve dolayısıyla sağlıklı sonuçlar doğurmuyor. Hatta bazen bu refleksler kaygının yok olmasına neden olacağı yerde daha fazla sosyal erime ve deformasyona neden olabilmekte. Bu bir anlamda ateşle oynamak gibi bir şey. Avrupalı yöneticilerin son günlerde yaptıkları gibi.

#Avrupa
#İslam
#Nüfus
7 yıl önce
Avrupanın gelecek korkusu
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler