|
Yeni dünya düzeni değil, yeni soygun düzeni!

Durduk yerde inşa edilen Körfez krizi bir soyguna dönüştü; ABD, Suudi Arabistan’la 110 milyar doları silah olmak üzere tek seferde 350 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması gerçekleştirdi, akabinde, Katar’a da 12 milyar dolarlık silah satışı yaptı. Suudi Arabistan ve ekürileri Katar’la kayıkçı kavgası yaparken ABD malı götürdü.

Şöyle bir fıkra var, malum.

Dünya Savaşı öncesinde bir Nazi subayı, bir yaşlı kadın, bir delikanlı ve bir de genç kız bir tren kompartımanında yolculuk ediyorlarmış. Tren karanlık bir tünele girdiği esnada bir öpücük sesi ve hemen ardından da bir tokat sesi duyulmuş. Tren tekrar ışığa çıkarken, yaşlı kadın şöyle düşünmüş:

- Zamane gençleri işte. Delikanlı kızı öptü, ama tokadı da bir güzel yedi.

Genç kız şöyle düşünmüş:

- Salak delikanlı, benim yerime yaşlı kadını öptü, ama oh olsun, tokadı da yedi.

Nazi subayı şöyle düşünmüş:

- İşe bak yahu, kızı delikanlı öptü, tokadı ben yedim.

Delikanlı ise kıs kıs gülmüş ve içinden şöyle demiş:

- Oooh, canıma değsin! Havaya bir öpücük, Nazi bozuntusuna okkalı bir şamar attım!..

Donald Trump’ın yani ABD’nin yaptığı da bu. Körfez krizini kaşıyan, icat eden kendisi, silah krizinin ardından Körfez ülkelerinin “paralarını tokatlayan” da yine kendisi.

Aslında, Trump göreve geldiğinden beri aynı şeyi yapıyor.

İLK HEDEF MEKSİKA

Hatırlayacak olursanız, ilk olarak Meksika’yı tokatladı.

“Meksika’ya duvar inşa edeceğiz ve Meksika duvarın parasını yüzde 100 ödeyecek!” dedi.

Gerekçe güya yasadışı göçmen sorunuydu. Tamam, Trump kişisel olarak göçmenlerden hazzetmiyordu, sahip olduğu binalarda hispaniklere ve siyahilere daire kiralamamıştı, başkanlık kampanyası boyunca da hispanikler, siyahiler ve Müslümanları hedef almıştı; ancak Meksika krizi hispanik nefretiyle açıklanamazdı. Bu duvarın esas amacı, üretimlerini Meksika’ya kaydıran ABD şirketlerine gözdağı vermekti. Sadece yıllık bakım maliyeti 700 milyon doları bulacak olan duvarın inşası, ABD’ye 25 milyar dolara mal olacaktı. Duvarın maliyeti önce Amerikalı vergi mükelleflerinin cebinden çıkacak, daha sonra, Meksika'da üretim yapan Amerikan şirketlerinin ürettiği mallara ek olarak "sınır vergisi" konacak, ayrıca Meksika'dan ithal edilen mallara yüzde 35 gümrük vergisi uygulanacaktı. Duvarın parası, “Biz ödemeyeceğiz” diyen Meksika’dan bu yolla tahsil edilecekti. Yani, mesele sadece göçmen meselesi değildi; Trump, Meksika ile durduk yerde çıkardığı krizle, hem Meksika’yı, hem de üretimlerini ABD’den Meksika’ya kaydıran ABD şirketlerini tokatlıyordu, tabii bu arada paranın hortumunu tutan elini de öpüyordu.

HEDEF KUZEY KORE Mİ, ÇİN Mİ?

Meksika tamamdı, sırada Kuzey Kore vardı, onu da dürttü. Kampanya döneminde “Kuzey Kore ile savaş çıkarsa gençlere iyi eğlenceler diliyorum” demişti, stabil haldeki Kuzey Kore krizini harladı. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra, “Kuzey Kore belasını arıyor, eğer Çin yardım ederse bu harika olur, yardım etmezse biz onlarsız bu sorunu çözeceğiz” diye bir tweet attı. Gerginlik daha da tırmandı.

Görünüşte mesele Kuzey Kore’nin nükleer füzeleriydi. Gerçekte? Kuzey Kore ile bir savaş çıkması durumunda, bu savaş, Kuzey Kore için de, Güney Kore için de, Çin için de, Japonya için de ve elbette ABD için de bir felaket demekti. Yani tüm dünya için. Ortak akıl böyle diyordu. 25 milyon insan ölebilirdi. Rusya, bu nedenle, krizi, bir kısır döngü olarak nitelendirdi. Sıcak savaş olası olmadığına göre, başka bir şey olmalıydı. O şey Çin’di.

ABD ile Çin arasında öteden beri devam eden Güney Çin Denizi meselesi var. Dünya ticaretinin 3’te biri Güney Çin Denizinde gerçekleşiyor. Enerji transferi bakımından dünyanın en önemli ikinci geçiş noktası. Günde 15 milyon varilin üzerinde ham petrol taşınıyor. Çin, ihtiyaç duyduğu petrolün yüzde 55’ini buradaki boğazlardan geçiriyor.

Üstelik, Güney Çin Denizi sadece bir enerji aktarım hattı değil, zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine de sahip. Bu denize kıyısı olan ülkeler arasındaki paylaşım sorunları giderilemediği için, rezervler verimli kullanılamıyor. Bu denizde yer alan ve statü tartışmasının tam olarak ortasında konumlanmış Spratly Adaları’nın güneyi ve Paracel Adaları’nın kuzeyindeki bölgede 7 milyar varil petrol ve 25,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu belirtiliyor.

Ayrıca, Güney Çin Denizi “endüstriyel balıkçılık” bakımından da çok zengin kaynaklara sahip. Dünyadaki bütün balıkların 8’de biri bu denizden çıkıyor ve Çin tek başına bu kaynakların 4’te birini tüketiyor.

Çin, Güney Çin Denizinin yüzde 90’ı üzerinde hak iddia ediyor. Oysa BM nezdinde denizin statüsü tartışmalı. Bu denize, Çin’in “devlet olarak tanımadığı” Tayvan da dahil toplam 10 ülkenin kıyısı var.

Trump ne yaptı? Suudi Arabistan ve Katar’dan sonra Çin’in devlet olarak tanımadığı Tayvan’a da 1 milyar doların üzerinde silah satışı gerçekleştirdi. Ayrıca, Kuzey Kore krizini bahane ederek bölgeye savaş gemisi gönderdi; Kuzey Kore’nin dibine kadar sokulan bu savaş gemileri, aynı zamanda Çin’in yanı başına demir atmış oldu.

Özetle, Trump kendi çıkardığı krizin karanlığı içinde hem kendi elini öptü, hem Çin’i, hem Kuzey Kore’yi ve hem de Tayvan’ı tokatladı.

YENİ KRİZ COĞRAFYASI: KÜBA VE VENEZUELA

İş, Latinlerle başlamış, Uzak Asya’yla devam etmiş, Körfez’e uzanmıştı. Trump, Türkiye’de çok gündem olmasa da, krizi yeniden Latin coğrafyasına taşıdı, bu kez Küba ve Venezuela’yı hedef aldı.

“ABD için en iyi şey Küba, Venezüella ve tüm yarımkürede özgürlük olmasıdır” dedi, “yakında Küba’nın özgürleştiğini göreceksiniz” diye de ekledi. ABD bir yerin özgürlüğünden bahsediyorsa, orada kaos olacak demektir. Filipinler’e özgürlük dediğinde Filipinlileri katletmiş, Afganistan’a özgürlük harekâtında Afganistan’ı mahvetmiş, Irak’a özgürlük harekâtında ise Irak’ı dipsiz bir kuyuya çevirmişti. Hepsinde söylem aynıydı; özgürleştirme operasyonu.

Küba’ya dönelim. Malum, Obama'nın başkan olduğu 2015 yazında, yaklaşık 50 yıllık aradan sonra ABD-Küba arasında diplomatik ilişkiler yeniden başlatılmıştı. İki ülke karşılıklı olarak büyükelçilik açtılar. Obama'nın 2016 yılının mart ayında Havana’ya yaptığı ziyaretin ardından da iki ülke arasında direkt uçuş seferleri de başlatılmıştı. Bu, Küba turizmi için hayati bir önem taşıyordu.

Ancak, Trump, geçen hafta yaptığı açıklama ile Obama döneminde Küba’ya nefes aldıran anlaşmayı feshederek Küba’nın boğazına yapışacağını ve nefes almasını engelleyeceğini ilan etmiş oldu. Trump’ın açıklaması, Obama döneminde Küba’ya karşı başlatılan yumuşama politikalarının havaya uçurulması demekti. Nitekim, Obama döneminde Küba ile yapılan yumuşama anlaşmalarını iptal ettiğini duyurdu Beyaz Saray. Diplomatik ilişkiler devam edecekti, 2015 yılında Küba’nın başkenti Havana’da açılan büyükelçilik de duracaktı. ABD havayolları ve gemi seyahat şirketleri de Küba’ya uçuş ve deniz yolculuklarını sürdürebilecekti. Ancak, ABD vatandaşlarının ABD’li seyahat acentelerini devre dışı bırakan kişisel seyahat organize etme hakkı olmayacaktı. Öte yandan, Küba ordusuna yapılan yardımların durdurulacağını açıkladı Trump. Bu, sadece Küba Ordusuna vurulan bir darbe değil, aynı zamanda Küba ekonomisine özellikle de turizmine vurulacak bir darbe anlamına geliyordu. Çünkü, Küba’nın en büyük seyahat şirketi Gaviota dahil olmak üzere Küba’daki birçok turizm şirketi ordunun elinde bulunuyor. Ayrıca turistik bölgelerdeki birçok otelin kurulu olduğu araziler de askeri bir holdinge ait. Öte yandan, 2018’de Fidel Castro’nun kardeşi Raul’un devlet başkanlığı görevini devretmesi bekleniyor. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, ABD’nin beklentisi bunun da ötesinde…

Venezuela’ya gelince… Başkan Maduro’nun başı zaten yeterince belada. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Venezuela’da şu anda yüzde 562 enflasyon var. Deyim yerindeyse, Venezuela Bolivar’ı şu an itibariyle peçeteden daha değersiz. Ekonomisi hızla küçülüyor. Ülkede gıda ve ilaç bulmak çok zor. Marketler yağmalanıyor. Devlet, haftada bir, belli merkezlerden gıda ve ilaç satışı yapıyor. Muhalefet aylardır sokakta ve ABD tarafından destekleniyor. Eylemler sırasında ölenlerin sayısı 80’i aştı. Binlerce yaralı var. Ancak, görünen şu ki, Venezuela kanamalı bir hasta pozisyonunda tutuluyor ve sahip olduğu şirketler yavaş yavaş ele geçiriliyor. Devletin PDVSA adlı petrol şirketinin, toplamı 2.8 milyar dolara ulaşan borç bonosu, ikinci elde sadece 865 milyon dolara Amerikan bankası Goldman Sachs tarafından satın alındı. Bu, Venezuela’da kurulan soygun ve sömürü düzenine işaret ediyor. Öte yandan, Goldman Sachs’ın eski üst düzey birçok çalışanının da, Trump’ın hükümetinde görev aldığı söyleniyor! Olaylar, olaylar…

Daha Almanya ile ABD arasındaki ekonomik savaşa değinemedik. Ancak, o alanda da fırtınalar koptuğu malum. Velhasıl, görünen şu ki, Trump yönetimi, yeni dünya düzeni filan değil, düpedüz yeni soygun düzeni kuruyor.

#ABD
#Çin
#Donald Trump
7 yıl önce
Yeni dünya düzeni değil, yeni soygun düzeni!
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü