|
Yorgun tarih
Osmanlı aydınının kendinden ve inancından şüpheye düşmesi Batı karşısında alınan yenilgiler sonrası gelişti. Âkif Paşa'nın “
Adem Kasidesi
”, Sadullah Paşa'nın “
Ondokuzuncu Asır
” manzumesi bu zihniyet buhranının ilk örnekleridir.


Saray çareyi batılılaşmakta buldu ve o günden sonra düşünce dünyamızda bir “

ikilik

” belirdi. Bir yanda “

mektep

” öte yanda “

medrese

”. Cevdet Paşa bu ikiliği ortadan kaldırmak için çok gayret sarfetti ama batıcı düşünce artık galibiyetini ilan etmişti. Bu ikilik “

alafranga

” ile “

alaturka

” ayrımını doğurdu. Sultan Hamid'in açtığı mekteplerden yetişenler onu tahttan indirdi. Ordudaki

alaylı-mektepli

subay ayrımı Enver Paşa'nın alaylı subayları tasfiye etmesi ile neticelendi.

İttihatçı-İtilafçı

ayrımı bir başka çatışma getirdi. Cumhuriyet'ten sonra devrimden yana olanlar “

ilerici

”, olmayanlar “

gerici

” ilan edildi. CHP'nin tek parti idaresi ve baskı 1950'de DP'nin yükselişini getirdi ve bir

CHP-DP çatışması

doğdu. 27 Mayıs ile gelen idamlar “kutuplaşma”yı üst seviyeye taşıdı. Vesayetçi idare pes etmedi bu defa

sağ-sol

vuruşması ülkeyi kan gölüne çevirdi. 12 Eylül bir ABD darbesi olarak Turgut Özal'ı iktidara taşıdı. Bu defa “

değişim

”den yana olanlar ve “

statükocular

” ayrımı görüldü. Nihayet AKP'nin kesin zaferi geldi ama kutuplaşma bu defa “

lâik”-“dinci”

ekseninde tarif edildi.



Şimdi bu “didişme”nin temelinde ne var ona bakalım.


İki yüzyıldır süren bu zihniyet bölünmesi “seküler” düşünce ile “dinî” düşünce arasındaki mücadeledir.

Batı bunu halletmiş. Dinî düşünceyi saf dışı bırakmış ama batıda zaten din dünyaya karışmaz hâle gelmiş idi. Orada kolay.



İslâm “

dünya işi”ne de karışır. Onu saf dışı etmek mümkün değildir.

Kavga “seküler” gücün din üzerindeki yoketme amacı, dinin buna direnişi ile sürüyor.



Bakınız “

15 Temmuz destanı

”nın hemen ertesinde bir televizyon kanalında bir tartışmacı şöyle diyordu:



Tankların üzerine yürüyenler neden tekbir getiriyor? Dağ başını duman almış marşını veya onuncu yıl marşını söyleseler ya.



Aynı tartışmada bir bayan akademisyen daha beter birşey dedi:



Şehitler için “

Ben onlara bir akademisyen olarak, objektif olarak şehit diyemem, ancak insan derim.



Karşısındaki avukat sinirlendi: “Şehitlerin kanları kurumadan siz nasıl böyle konuşabilirsiniz?” diye kükredi.



Kadın bembeyaz oldu ama geri adım atmadı. Asabım bozulduğu için televizyonu kapattım. Daha sonra bu bayanı oradan çıkarmışlar veya galiba kendi gitmiş.



Şimdi tüm birlik beraberlik sözlerinin altında yarılmanın korkunç uçurumunu görüyoruz.



Burada bütün mesele “düşünce dünyamıza” düşüyor.



Yarılmanın gerçek bir birliğe veya “toplum sözleşmesi”ne varması için hangi formül, hangi reçete uygulanacak?

Madem “birarada yaşama” konusunda hemfikiriz bu anlaşma nasıl olacak?



Devlet yenilenecek. Yenilenirken bir “düşünce”ye bağlı olmalı. O nedir?

Belki Cevdet Paşa'ya bakarak “Adam ne yapmış?” diye fikredebiliriz.

Bu merhalede Batı ile oradan alınacak fikirlerle adım atılacağını sanmıyorum. Tam da “yerli ve milli” olunacak andayız.


Şehitler kanlarıyla yazdılar yazılacak destanı. Şimdi sıra düşünce adamlarında ve siyasilerde.



Anayasa dahil.


Bakalım dökülen kana layık adımı kim atacak?


Bu “didişme” zihnimizin “

Yorgun Tarihi

”dir. Hadi şu yorgunluğu atalım. Önümüzdeki yıl bir “

Diriliş Yılı

” olsun.


#Osmanlı aydını
#Yorgun Tarih
#Adem Kasidesi
8 yıl önce
Yorgun tarih
Korku yok, umut var: Hiç kimse Türkiye’ye geri adım attıramaz..
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?