|
Körfez krizi, Orta Doğu ve Türkiye
Amerika Birleşik Devletleri'nin Afganistan'a hücumunun konuşulduğu, medeniyetler çatışmasının söz konusu edildiği ve İslâm'ın kimilerince baş tehdit olarak hedef tahtasına oturtulduğu şu günlerde, eski kriz dönemlerine ait kitaplar okuyorum. Çok ilginç. İnsan, hadiselerin nasıl başladığını, nasıl bittiğini, kimin yanlış yaptığını ve neleri kaybettiğini böylece daha iyi anlıyor.

Körfez Savaşı, öncesi ve sonrası ile, halâ yararlanabileceğimiz dersler veriyor bizlere...


Türkiye ve Orta Doğu

İkinci Dünya Harbiyle başlayan soğuk savaş döneminin Orta Doğu'ya yansımaları oldu. Mısır, Irak, Suriye ve Cezayir gibi ülkeler, Sovyet kampına yaklaşırken, Suudi Arabistan, İran, Körfez Ülkeleri, Ürdün, ABD ile birlikte hareket ettiler. Türkiye, 1960'a kadar, hiç tartışmasız Amerika çizgisinde kaldı ve bölge ülkelerine kısmen yabancılaştı. Türkiye, İsrail'i tanıyan ilk İslâm ülkesi oldu. Cezayir'in Fransa'ya karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşını desteklemedi; karşı çıktı. Bağdat Paktı üyesi sıfatıyla, diğer Orta Doğu ülkelerini Batı Bloku saflarına çekmeye çalıştı.

1960'lardan sonra Türkiye, Arap Dünyası ile ilişkilerini düzeltmeye gayret etti. 1967 ve 1973 Arap - İsrail savaşında, tarafsız bir konumda kalmaya özen gösterdi. Arap ülkeleriyle ticari ilişkilerini geliştirdi. 1976'da Filistin Kurtuluş Örgütü'nü resmen tanıdı. 1979'da Ankara'da temsilcilik açmasına izin verdi. Buna mukabil, İsrail ile ilişkilerinin seviyesini giderek düşürdü. İsrail, Kudüs'ü başkent ilân edince, buna tepki koydu ve diplomatik temsilciliğini ikinci sekreter düzeyine indirdi. Öte yandan, İslâm Konferansı'nın, İsrail ile ilişkilerin tamamen kesilmesini talep eden kararını da uygulamadı.


Alternatif pazar

1973-1974 Dünya Petrol krizinden etkilenen Türkiye, Arap - İsrail savaşında tarafsız kalmasından dolayı bir ambargoya tâbi olmamakla birlikte, 4 kat daha fazla petrol faturası ödemek zorunda kalmıştı. İşte o günlerde Orta Doğu pazarı, alternatif bir pazar olarak doğdu. Gene o günlerde, Türkiye Irak'a, iki ülke arasında bir petrol boru hattı yapılmasını teklif etti. İlk Türkiye - Irak Boru Hattı 1977 yılında tamamlandı; ikincisi ise 1987 yılında işletmeye açıldı. Türkiye'nin Avrupa Topluluğu ile ilişkilerinin istenildiği ölçüde gelişmemesi, 1974'teki Kıbrıs krizi ve ülkemize uygulanan ambargo da bir tepki olarak Orta Doğu'ya yönelişimize hız kazandırdı.

1980'lerin başında iki önemli hadise cereyan etti. Biri, Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgali, diğeri İran devrimi. Bu iki olayın petrol deposu olan Basra Körfezi'ne doğrudan tesiri vardı; dolayısıyla ABD bölgeyle ilgili yeni stratejiler geliştirirken, Türkiye ile de yakınlaşmak istedi. 29 Mart 1980'de, Türk - Amerikan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı.

İran - Irak savaşında, ABD Irak'a destek verdi.

Türkiye Körfez Savaşı'na kadar geçen süre içinde, ABD'ye yaklaşmakla birlikte, Arap ülkeleriyle ilişkilerini de geliştirdi. Türk müteahhitleri, Libya, Suudi Arabistan, Irak, İran'da önemli işler yaptılar. Orta Doğu'daki İslâm ülkelerine yönelik ihracat, 1980'lerin ortalarında, toplam ihracatımızın % 40'ına yükselmişti.


Türkiye ve Irak

Irak'ın 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgali, Türkiye'nin 1960'lardan itibaren Orta Doğu'da sürdürdüğü denge politikasını terk etmesine yol açtı. Amerika'nın önderliğinde oluşan büyük koalisyona katılmak suretiyle, en önemli ekonomik partnerimiz olan Irak ile ilişkileri kopardık. Mısır, Suriye, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinin de ABD'nin yanında yer alması, ABD ile birlikte hareket eden Türkiye'yi kısmen rahatlattı. Çünkü böylece bütün Arap dünyasına karşı gelmemiş oluyordu.

Körfez Savaşı'nın hemen öncesinde Türkiye ile Irak arasında bazı sorunlar çıkmaya başlamıştı. 13 Ocak 1990'da Atatürk Barajı havzasını doldurmak için Fırat nehrinin suyunun tutulması, Suriye ile birlikte Irak'ın da tepkisine yol açmıştı. 5-7 Mayıs 1990'da Bağdat'ta cereyan eden Türkiye - Irak resmi görüşmeleri su krizi yüzünden ertelendi. Bu vesileyle, Başbakan Yıldırım Akbulut ile biraraya gelen Saddam Hüseyin, "Doğu - Batı çatışmasının sona ermesi sonucunda, Türkiye'nin durumunun belirsizleştiğini" hatırlatarak, "Nato içindeki imtiyazlı konumunu kaybeden Türkiye'nin ABD'nin de desteğinden yoksun kalacağını" söyledi.

Türkiye'de Irak'ın ülkemize yönelik büyük bir tehdit oluşturduğu havası yayılmaya başlandı. Irak süper toplar üretiyordu. Haydarpaşa'daki Türk gümrük memurları, 19 Nisan 1990'da Macaristan plakalı bir Tır'ın içindeki, 49 ton ağırlığında kocaman bir boruya el koydular. Bu boruların İngiltere'den Irak'a gönderildiği ve süper top yapımında kullanıldığı ileri sürüldü. Yukarıda söz ettiğimiz 5-7 Mayıs tarihli Bağdat toplantısının top krizinin gölgesinde cereyan ettiğini hatırlatmak isteriz.


Kaybımız büyük

İşte Körfez Savaşı'na, güven unsurunun dibe vurduğu böyle bir konjonktürde gidildi. Aslında Irak'ın Kuveyt'e saldırmasına da ABD'nin yeşil ışık yaktığı sonradan meydana çıktı.

Körfez Savaşı sonrasında, İsrail - Arap barış görüşmelerinin de başlamasıyla, Türkiye gitgide İsrail'e yakınlaştı. Orta Doğu'daki dengeli ve tarafsız politikasından vazgeçti. Üstelik, çok yüksek miktarlarda ekonomik kayba uğradı.

Özal 1 koyup 3 alma hayalini güdüyordu. Hatta, oluşan yeni dengelerden istifade ederek, Kerkük ve Musul'u, bir federasyon yapısı içinde Türkiye sınırlarına dahil etmeyi düşünmüş dahi olabilir.

Tam aksi istikamette gelişmeler ortaya çıktı. Güneydoğumuza konuşlanan Çekiç Güç ve Irak Hükûmeti'nin, ülkenin kuzeyinde otoritesini kaybetmesi yüzünden, fiilen bir Kürt devleti doğmak üzereydi. Ayrıca, bugüne kadar 30 milyar dolar civarında bir ekonomik kaybımız olduğu söylenebilir. Irak'a uygulanan ambargonun, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki ekonomik faaliyetleri büyük çapta durdurarak, yörede işsizliği arttırdığı, hayat şartlarını ağırlaştırdığı da unutulmamalı. Buna mukabil Türkiye sadece 4 milyar dolar yardım almıştır.

Neticede Körfez Savaşı'ndan zararlı çıktık. Denilebilir ki, tek kutuplu bir dünyanın hâkimi olan Amerika'nın gözüne girdik.

Ama Kore savaşında da göze girmiştik. Sonra ne oldu? 1960'a kadar "soğuk savaşın" öncülerinden biri olan Türkiye, 27 Mayıs darbesinden hemen önce Sovyetler Birliği'ne alternatif ülke gözüyle bakmak zorunda kalmadı mı? Eğer darbe olmasaydı, Menderes Sovyetler Birliği'ne resmi bir ziyaret yapmaya hazırlanıyordu. Hatta bu yüzden, 27 Mayıs'ın arkasında ABD'nin parmağı bile bulunduğu ileri sürüldü. 1962'de ABD ile Sovyetler Birliği arasında patlak veren Küba krizinden sonra, iki süper güç arasındaki müzakerelerde pazarlık masasına Türkiye yatırılmadı mı? Türkiye'ye danışmadan topraklarımızdaki Jupiter füzelerinin kaldırılması kararlaştırılmadı mı? ABD ve Sovyetler Birliği yumuşama dönemine girince, Türkiye derin bir terkedilmişlik psikolojisine girmedi mi? Kıbrıs bunalımında Johnson'un İnönü'ye gönderdiği ikaz mektubu, müttefikimiz hakkında ciddi şüpheler duymamıza sebeb olmadı mı?

Bütün bunları, ülkelerin sürekli dostları değil, sürekli menfaatleri bulunduğunu hatırlatmak için yazıyorum.


Kayıtsız şartsız teslimiyet

Şimdi dünya, Körfez krizi arefesinde olduğu gibi, büyük bir koalisyon zemininde, Afganistan'ı vurmaya hazırlanıyor. Üstelik, hedefin diğer Müslüman ülkeleri de kapsayacağı söylentileri var.

Bu arada, Özal'ın Irak savaşındaki aktif tutumu övülüyor. Bir faaliyet, eğer, Türkiye'nin hanesine kâr yazdıysa, alkışlanabilir. Bush'un dostu olmak, onun mâlikanesinde ağırlanmak, ancak, Batı karşısında daima kompleks duymuş, özenti bir zihniyeti memnun edebilir.

Türkiye'nin maddi menfaatlerini uzun vadede koruyabilseydi, ülkemizin Batı ile Orta Doğu devletleri arasındaki tarafsız, bağlantısız konumunu muhafaza edebilseydi, ben de Özal'ı alkışlardım.

Bugün de, alternatif politikalar üretemeyen Türkiye, kayıtsız şartsız teslim oluyor. Öyle bitik halde ki, zaten Amerika'nın peşine takılmak zorunda. Ama hiç değilse, alternatif pozisyonlar için fikir jimnastiği yapanlar irticacı, Arapçı filân diye suçlanmasa.
#Körfez krizi
#Türkiye
#Orta doğu
23 yıl önce
Körfez krizi, Orta Doğu ve Türkiye
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’