|
Aşk dininden turistik tasavvufa…

Bir insan yaratılışı hakikatince; imanı, ameli ve kulluğuyla hak ettiğince değerlenmişse, Allah'ın iradesi dışında hiçbir şey onu değersizleştiremez.



Muhiddîn

-i

Arabî

(ra., 1240),

Mevlânâ

(ks., 1273) ve

Yunus Emre

'nin (ks.; ö. 1321) bu manada değerlerini biliriz ve kendilerini Hz. Peygamber'in (sav) ümmeti hayrına yaptığı, kabul olunmuş duası niyetine başımıza taç ediniriz.



İbn Arabî'yi, Peygamberimizin vefatından kendi vefatına kadar geçen yaklaşık altı asırdaki, hem iç ihtilafları, hem de yeni fethedilen beldelerdeki inanışlardan, onların ürettiği kültürelerden etkilenen Müslümanların düşüncelerini, Kur'an, hadis, metafizik usul ve esaslarınca tenkid, tashih, ret, tasdik ve teklif planında yazılı kayıt yoluyla, kendi düşüncesi (yeni İslam düşüncesi) içinde massetmesiyle tanırız.



Mevlânâ'yı, İbn Arabî'nin nazariyelerinden de mülhem olarak, dini bilgiyi edebiyat planında güzelliğin en yetkin katına, bir lisan şahikası, gönül bilgisi, kalp terbiyesi, ahlak kaidesi ve bir rikkat nümunesi olarak halka indirmesiyle (popülize etmesiyle) tanırız.



Yunus Emre'yi ise, dinin mevcut idrak ile bütünleşmesinde dilin de dindarlaştırılmasını gerekli görerek, deyim yerindeyse Türkçe'yi ait olduğu kavim gibi İslam'a bağlı hale getirmesiyle ve böylece Türkler için hayat ve din arasındaki mesafeyi (sekülerliği) iptal etmesiyle biliriz.



İbn Arabî'nin İslam düşüncesini çerçevelemede Arapça'yı, Mevlana'nın din'i güzelliğin dili olarak tesis ederken Farsça'yı, Yunus'un adeta imana getirilmiş bir dil olarak Türkçe'yi kullanmaları sıradan ya da tesadüfi bir durum olmasa gerektir.



Çünkü bu tesliste öz'ün, medeniyet telakkisinin ve cihat ruhunun birbirine eklenmesiyle, İslam tarihini özetleyen özel bir yön bulunmaktadır.



Daha da ilginci, Mevlânâ ve Yunus tarafından bu teslisin, İbn Arabî'nin vefatından kısa bir süre sonra, onun terminoljisinde hiç yer almadığı halde, ondan mülhem olarak üretilen

Vahdet-i Vücûd

nazariyesinin içine, eş-zamanlı ve sürekli bir niyet – eylem bağıyla bağlanmış olmasıdır.



Vahdet-i Vücûd öyle sağlam yapılandırılmıştır ki Şiî, Selefî, Sünnî, Felsefî tasavvuf (ve tarikatlar) içinde, bunlardan zaman zaman yükselen kimi ciddi itirazlara ragmen, şu ya da bu oranda ama mutlaka varlığını sürdürebilmiştir.



En azından modern zamanlarda Vahdet-i Vücûd'la ilgili, İslam düşüncesindeki en ciddi sapmayı içkin olup olmama yönünde bir kuşku duyulabilecek ve bunun üzerinden bu zamana uygun yeni düşüncelerin tesis edilmesi adına yararlı bir tartışma yürütülebilecekken, bu yapılmamış, bilakis bu yöndeki küçük kıpırdanışlar bile büyük tahammülsüzlüklere muhatap olmuştur.



Bunun son örneği, dostum

Sıtkı Çoban

vesilesiyle okuma imkanı bulduğum,

Bayram Kusursuz

imzalı

Ahmet Avni Konuk'un Vahdet-i Vücûd Müdâfaası

adlı yüksek lisans tezinin (2003) incelenmesiyle görülebilecektir.



Muhammed İhsan Oğuz

'un (ks) Vahdet-i Vücûd'la ilgili sorularına muhatap olmakla, deyim yerindeyse fevkalade rahatsız olan

Ahmet Avni Konuk

(ks), mektupla sorulan o sorulara yine mektupla cevap vermekle yetinemeyip, ayrıca mezkur risaleyi yazmak zorunda kalmış gibidir.



Vahdet-i Vücûd'un en azından bizim zamanımızda sorgulanabilmesiyle ilgili beklentimin nedeni ise malumdur:



Eleştirisini gereğince yapamadığımız bu nazariye, son bir asırdır Batılıların, İslam düşüncesi içinde büyük bir fitne olarak ziyadesiyle yararlandıkları Şiilik ile yetinmeyip, Sünnî ve Felsefî tasavvuf anlayışları içinden de yeni fitneler bulma çabalarının başat mazlemesine dönüştürülmüştür.



Bugün mezkur zatların, Türkiye'de ve İran'da gittikçe daha çok kanıksanan şekliyle,

aşk dini

adı altında şeriatsız, usulsüz, esassız yeni bir inanış tarzının peygamberleri olarak ilan edilmeye çalışılmalarının ve giderek

turistik tasavvuf

cümlesinden tasavvufun sokağa ve eğlence mekanlarına indirilmesinin Vahdet-i Vücûd'tan başka düşünsel bir destekçisi var mıdır? Diğer bir soruşla, Batılıların o zatların nazariyelerine sinekler gibi üşüşmelerinin nedeni Vahdet-i Vücûd'taki gayri şer'i unsurlar, karmaşıklık, hatta evrensel görünümlü sapıklıklar değilse nedir?



İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus'u yukarıda belirttiğimiz şekliyle başımıza taç edişimizden hareketle söyleyecek olursak, bize yönelen ve yönelebilecek tehlikelerin de yine değerli olanlar üzerinden gelmesi adeta kaçınılmazdır.



Çünkü onlar aynı zamanda bizim düşünce kubbemizin taşıyıcı sütunlarındandır. Bu üç sütunun yıkılması kubbenin zarar görmesi demektir ki, en büyük saldırıların onlar üzerinden gelmesi de bu bakımdan normaldir.



Dolayısıyla, simdi münevverlerimizin, hem bu sütunları koruma yönünde düşünsel bir cihatta bulunmaları, hem de onlardaki Batılıların istismarına neden teşkil eden İlahi ve akli şeriatın dışında kalabilecek hususları sorgulamaları zorunludur.



Aksi halde tasavvufun, Muhammedî tarikatların korunması mümkün olamayacağı gibi, Sultanahmet'teki çay bahçelerinde sema (yeni adıyla: dînî dans) yaparak turistleri eğlendirmenin yanlışlığını anlatabilmek de mümkün olmayacaktır.


#Muhiddîn-i Arabî
#Tasavvuf
#Mevlânâ
#Yunus Emre
#Muhammed İhsan Oğuz
8 yıl önce
Aşk dininden turistik tasavvufa…
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?