|
Çağrılmayan gelemez mi?

Çağrılmayanın Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'ye gelemeyeceği hususunda yaygın bir kanaat vardır.



Şeriat (dosdoğru olan) açısındansa durum farklıdır.



Şeriat söz konusu gelişleri birtakım esaslara (şartlara) bağlamıştır. Bu esasların kendisinde tahakkuk ettiği kişilerin, bir diğer ifadeyle o esasların mekanı olanların özelleşmeleri gerçekleşmiş ve dolayısıyla onlar için emrin/çağrının vakti girmiş demektir; halk inanışındaki

çağrılmayan gelemez

'in karşılığı Şeriat açısından, isabet etse etse bu hale ve vakte bağlı özelleşmeye tekabül edebilir.



Öte yandan, emir mükellef içindir. Çünkü teklif onu anlayana, duyana yapılır. Anlayamayanlar ve duyamayanlar, aynı zamanda mahal olma niteliği de taşımadıklarından teklife muhatap, emre dair bir yük (görev, külfet) yüklenmiş olmazlar.



İşte burada hac ve umre planında mükellefin, bunları ifaya mahsus talebi, arzusu ve gayreti ortaya çıkabilir ki, bunların

kabul edilmiş dualar

olarak algılanmasıyla, gelme fiilinin şer'î özünde değil ama

suretinde bir değişme

olduğu sanılır.



Aslında görünen (Kabe, Hacerü'l-Esved, Makam-ı İbrahim, Zemzem vd.) ve sembolleştirme yoluyla görünürlüğe çıkarılan (Vakfe, Sa'y, şeytan taşlama vd.) şeylerin içinde gerçekleştirilen söz konusu ibadetler, tam da bu surete mahsus algıyla gerçekleştirilir; bunun adına ister metafizik diyelim, ister tasavvuf, isterse irfan… görünürlüğün hakikatine dahil bulunan

görünmezlik kanadı

bunlar sayesinde açılır.



Çünkü idrak edebilen, görebilen (ve sürekli değişen) kalbimiz, aklımızdan da beslenerek kendisi için yeni yeni özel algılar, düşünceler, kanaatler üretir. Bu, aynı zamanda işin hayal düzeyine tekabül eden kısmıdır. İbn Arabi'nin (ks) söyleyişiyle,

sahilsiz bir deniz olan hayal

, retinal bakışla görünen ve sembolize edilerek görünürlüğe çıkartılan şeylere din merkezli bilinç, duyuş, yöneliş ve bilgi elbiseleri giydirir.



Örneğin bilmenin üç etabı, çağrılanın keşfine bu suret(ler)le açılmış olur:



1.

İlme'l-yakîn (Beytullah'ın varlığını haber/ bilgi yoluyla öğrenmek gibi)



2

. Ayne'l-yakîn (Beytullah'ı bizzat göz yoluyla görmek gibi)



3

. Hakka'l-yakîn (Beytullah'ı gördükten sonra, asıl Beytullah'ın Rabbini düşünmek gibi)



Çağrımayan gelemez şeklindeki kanaatimizi, Allah'ın takdiri olmaksızın bir yaprağın bile kıpırdayamacağına olan inancımız yönünden parantez içine alarak, üçüncü etaptan kastımızı, Ebu Yezid Bistami'nin (ks): “Yaptığım ilk hacda Hane'den (yani Beytullah ve Allah'ın evi olan Kabe'den) başka bir şey görmedim. İkinci haccımda Hane'yi de hane sahibini (ve Rabbu'l-Beyt'i) de gördüm. Üçüncü haccımda her şeyi Hane sahibi ve Rabbu'l-Beyt olarak gördüm, Hane'yi hiç görmedim” sözüyle açıklayabiliriz. Teyiden de bu sözü nakleden Ali b. Osman b. Ebu Ali Cüllabi Hucviri'nin şu açıklamasına başvurabiliriz:



“Sözün kısası, müşahedenin ta'zim olduğu yer Harem'dir. Bütün âlem, kurbu için miad ve ünsü için halvetgâh olmayan bir kimse, henüz dostluktan haberdar değildir. Kul, mükâşefe ve temâşâ makamında olursa, cümle âlem, onun haremi (ve Kabesi) olur. Mahçup olur, perde arkasında kalırsa, Harem (ve Kabe) onun için âlemin en karanlık yeri olur. Varlıkların en karanlık ve kasvetli olanı, sevgiliye ait olup da içinde sevgilinin bulunmadığı hanedir. Şu halde müşahedenin kıymeti, hullet ve dostluk mahallinde rıza göstermekten ibarettir. Zira Allah Kabe'yi görmeyi o hullet için sebep kılmıştır. Kabe'nin bir kıymeti yoktur. Fakat, Hak Teâlâ'nın inayeti kâinatta hangi şekilde zuhur ediyor, nereden peydah oluyor ve talibin muradı nereden tecelli ediyor? Bunu görelim ve bilelim diye sebeplerin müsebbip (ve Allah) ile alakalı olması lazım gelir. İmdi, sahraları ve çölleri aşarak yolculuk yapan erlerin muradı Harem (ve Kabe) değildir. (…) Murat ve maksat ya gönlü sıkan ve zorlayan şevk içinde mücahede veya sürekli bir meşakkat içinde bir müddet zaman geçirmektir” (Keşfu'l-Mahcub/ Hakikat Bilgisi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1982, s: 471).



Bu açıklamalarla zihnimizin yeterince karıştığını umarak, yine mükellef terimine dönüp, çağrılmayanın Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'ye gelemeyeceğini söyleyeceğim ama çağrılmanın, çağrılanın idrak düzeyiyle mukayyed olduğunu özellikle belirterek söyleyeceğim.



Buna göre, mükellefiyete sahip olan müminler, şartlarının da kendilerinde tahakkuk etmesiyle Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'ye çağrılmış olurlar. Ancak çağrılı olduklarını idrak edişlerinin dereceleri farklı farklıdır.



Kimi Ebu Yediz gibi, “

Kendini kapıda bırak ve içeri gir!

” çağrısını, kimi de “

Karataş'ı arkana alıp,
bir selfie çek de, eşe dosta gönder

” iç-telkinini duyacak kadar çağrılıdır.



Demek ki, çağrılan olduğunu sanmak yetmiyor, asıl neye, neden ve nasıl çağrıldığını ve bu yönleriyle çağrılmanın da bir imtihan olduğunu bilmek gerekiyor.


#Mekke-i Mükerreme
#Medine-i Münevvere
#Kabe
#Hacerü'l-Esved
8 yıl önce
Çağrılmayan gelemez mi?
Göle maya çalmak ne demek?
Ürdün saldırısı ve Biden’ın tercihleri
Mumcu tartışmaya son noktayı koysun
Kara dinlilerle milletin savaşı
Sevginin gücü